Canım Rumeli gözümün bebeği Rumeli

Hüsrev Ağa’yı Balkan kavgasından sonra tanımıştı Köprülüzade Mehmet Fuat. O zaman yetmişini çoktan devirmiş, alnındaki çizgiler çukur çukur olmuş, gözlerinin feri ha uçtu ha uçacak, upuzun beyaz sakalları, rüzgarlara açık zayıf göğsünün üstüne nehir gibi inmekte. Kızanlıklı’ydı da, Moskof bozgununda Selanik taraflarında Toyran kasabasına göç etmişti mecburen.

Toyran kasabasına adımını attı atalı özlem yakasına bir yapışmış pir yapışmış, doğup büyüdüğü, delikanlılığın tozunu dumanını ovalarında, ırmaklarında, meyve bahçelerinde, ak saçlı dağ tepelerinde geçirdiği günlerin hayaliyle yaşamış durmuş, sert adımlar, yerlerini sürüyen ayaklara terk etmişti nicedir. Ara sıra Tuna’dan, Üsküp’ten, Bosna’dan, İşkodra’dan, Manastır’dan ve daha nice Osmanlı mülkünden söz etti mi gözleri buğulanır, sesi titrerdi de, bağrından kopup gelen bir kinle yumruklarını bilinmeyene doğru uzatır, sallardı.  Gene de eğri oturup doğru konuşalım, Toyran’daki yaşamı da öylesine tükürülüp sümük sallanacak gibisinden değil, tam tersi pek de iyiydi hani. Son güzlerde, hele de seksenine iskele uzatmaya başladı başlayalı az biraz da olsa çöken omuzlarının üstündeki yükü oğlu çekip alıvermişti.  Gündüzleri Osman tarlada çalışır, babasını, eşini ve küçük kızı Ayşe’yi rahat rahat geçindirirdi.

Güneş batmaya demeye yakın, ocakta çıtırdayan odunların alevine karşı, duvarlarda kuru mısır başakları asılı odalarda Hüsrev Ağa onlara canım Rumeli’nin öykülerini anlatırken göz yaşları sicim sicim inerdi buruşuk yanaklarından aşağı.

Son zamanlarda ha başladı ha başlayacak denen savaştan öte söz duyulmaz olmuştu kasabada. Gök yüzünde siyah siyah halkalar çizerek uçuşan kargaların o boğuk, gırtlak yerine kursaktan kopup gelen sesleri, kötü günlerin habercisiydi, sanki. Zaten Moskof savaşından önce de kuyruklu yıldız görülmemiş miydi kızanım?

Şafak sökmeden silah sesleriyle fırladı yatağından. Dinsiz imansız Bulgar çeteleri basmıştı kasabayı! Yağmaya soyunmuş evlere giriyor, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçiriyordu herkesi. Hüsrev Ağa, elinde doksan dokuzlu öd ağacından yapılma tespihi, can pazarında doğranan garibanlara bakıyor genç geliniyle torunu Ayşe için büyük Allah’ından yardım diliyordu. Kalpaklı atlılar, onun bahçesine yönelmeden abdest aldı, namazını kıldı, besmele çekip duvarda asılı tüfeğini kaptı, kapının önüne çıktı, daha ateş etmeye fırsat bulamadan iki demir kol omuzlarını tuttu...Zalimler evden içeri daldı.

Durgun, ılık bir sonbahar gecesiydi. Ağaçların arasından ay yükseliyor kanlar içinde yatan genç bir kadınla, bir küçük kızın cesetleri yanında kollarını kavuşturup oturan ihtiyarın kin ve intikam saçan gözlerini solgun, donuk bir ışıkla az buçuk aydınlatıyordu. Oğlu Osman’sa az ötede paramparçaydı. (Meraklısına Not: Halka Doğru, 7 Ağustos 1913—Hicret,Nesime Ceylan)

Az acı çekmedi Rumeli’nin insanı, az direnmedi Moskof’a, Bulgar’a, Yunan’a; ta ki bire kırılana değin. Şöyle bir toparlanır gibi oldu Kuşçubaşı’yla Süleyman Askeri arkalarında yiğitleriyle yettiğinde...ama İstanbul’un koftileri onları satıverdi masa başında. Ve onlar boynu bükük öldüler, geriye kalanlarsa bohçalarını sırtlarına vurup göçe sıvandılar...İşte o günlerin yüzüncü yıl dönümü kapımıza dikildi...haberinizin olmaması ne mümkün de, ben gene bir hatırlatayım istedim...