Cannes’a vuran büyük dalgalar

Hokusai’nin sadece “Dalga” olarak da anılan “Kaganawa’nın Büyük Dalgası” adlı tablosu hakiki bir doğa manzarası olarak çıktı karşımıza! Naomi Kawase’nin “Still the Water” adlı filmi, uzun ömrü 18. ve 19. yüzyıllara yayılan ressam Hokusai’ye esin veren Pasifik dalgalarını yakalayıp beyazperdeye taşımış. Filmin adını çevirmek zor... Ama izlemesi ne büyük bir haz ve ne büyük bir azap! Tıpkı o ünlü dalgalar gibi hem görünüşüne hayran olarak hem karşı konulmaz gücünden ürkerek izliyorsunuz!

Kawase lirizmiyle izleyeni bir görsel şiirin içine çekiyor, tablo tablo, mısra mısra dolaştırıyor.  Felsefesiyle içimizdeki tutkuları, acıları, ayrılıkları, kayıpları söküyor. Hem psikanalist hem cerrah! Ruhumuza neşter atıp büyüme sancılarını, ölüm korkusunu ve acısını cerahat misali akıtıyor.

“Suzaku” ile Altın Kamera, “Yas Ormanı” ile Jüri Büyük Ödülü kazanan Naomi Kawase’nin Altın Palmiye yarışında iddialı olduğu kulislerde konuşuluyordu... Akla yatkın bir ‘dedikodu’ idi: İyi bir yönetmen iyi bir film yapmıştır elbette. Ama filmi görünceye kadar emin olamaz insan... “Still the Water”ı çok beğendim ve “Kış Uykusu”nun üzerine gül kokladım! Ama Kawase’nin filmlerini matineye programlamak lazım, öyle rafine bir dille yapılan sinemayı öğleden sonra ya da geceleyin algılamak zorlaşıyor. Cannes’da herkes yorgun, herkes uykusuz...

***

“Still the Water” hayatın doğal akışında sakin bir Japon adasında başlıyor. Hokusai’nin başları köpük köpük dev dalgalarının hemen arkasından cezir zamanı kumsalı görüyoruz. Sular çekilmiş, başka türlü bir güzellik çıkmış ortaya. Derken saçı sakalı ağarmış, beyaz giysili bir adam beyaz bir keçiyi kesiyor. Sıradan bir kasaplık mı yoksa bir kurban mı adanmış belirtmiyor film... Yönetmen, günahsız hayvanın ölümünü hiç acımadan gösteriyor izleyicilere. Filmin devamında gelecek olan ölümlerin “doğallığı”nı vurguluyor bu sahne... Tıpkı med cezir gibi hayatta her şeyin zamanının geldiğini, doğaya karşı konulmayacağını, arzuların da ölümün de doğal olduğunu vurguluyor film...

Sonra bir ilk aşk öyküsü anlatıyor. Aşıklardan mahçup olanı, Tokyo’da büyüyen, ebeveynleri boşanınca annesiyle bu adaya gelen, annesinin erkek arkadaşları olmasından rahatsızlık duyan, denizden korkan delikanlı... Annesinin, muhtemelen çalıştığı restoranda tanıştığı ve bir gecelik ilişki yaşadığı turistin boğularak ölmesiyle sarsılıyor.

Aşkını özgürce dile getirip yaşamak isteyen genç kızın anne ve babası mutlu bir evlilik sürdürüyor. Onu dürüst ve cesur yetiştirmişler. Hemen hiçbir şeyden korkusu olmayan, balık gibi yüzen, açıksözlü bir çocuk. Ama şaman soyundan gelen annesi ölümcül hasta... Aslında tek bir ağaç olan ama kökleri ve dallarıyla etrafına yayıldığı için birden fazla ağaç varmış görüntüsü veren banyan ağacına (Hint ya da Bengal inciri de denir) bakarak ölümü bekliyor. Oysa kendisi ilk aşkın coşkusuna kapılmış, onu doya doya yaşama arzusunda.

Kawase’nin psikanalitik göndermeleri ve metaforları özellikle dikkat çekici. Okyanusu, suyu, sualtını, yüzmeyi, suda yüzen cesedi, cesedin sırtındaki ejderha dövmesini, dalgaları, med ceziri, banyan ağacını, adanın ölümsüzmüş gibi duran ‘Tosbağa Amca’sını, atmosfere bir masal havası katmak için gökte kocaman görünen dolunayı görsel cümlelerinin imge - öğeleri olarak mükemmel kullanıyor. İnsanın kendi doğası ve içinde bulunduğu doğa olayları gücüyle, akışıyla, değişkenliğiyle filmin atmosferini yoğunlaştırıyor.