Casus arıyordunuz değil mi?

Eskiden Almanlar yenildiği için biz de yenik sayılırdık... Futbol karşılaşmalarına bile uyarlanırdı bu kötü espri: “Hacı, Almanlar Japonya’daki finalde Brezilya’ya kaybetti. Biz de mağlup sayılır mıyız?” gibilerden...

Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, Almanların ve Alman devletinin sempatiyle karşılandığını hatırlıyorum.

Bunun nedeni, gurbetçilerimize iş imkânı tanımış olmaları değildi tek başına. Geçmişten tevarüs ettiğimiz ve “kurumsallaştırdığımız” bir sempatiden söz ediyorum. Almanya, birlikte savaşa kalkıştığımız ve birlikte yenildiğimiz bir ülkeydi. İki müttefiktik. Bugün bile izah etmekte zorlandığımız bir iç içelik söz konusuydu. Orduyu kurma ve tahkim etme görevini Almanlara vermiştik. Her türlü istihbarat kolaylığını sağlamıştık. Namlı kumandanlarını, kendi kumandanlarımız bellemiştik: “Liman Paşa” örneğinde olduğu gibi...

Savaşın sonunda iki müttefik de imparatorluklarını kaybedecektir.

Demek ki, “kader ortaklığının” geliştirdiği (icbar ettiği) bir sempati söz konusuydu ve genetik kodlar aracılığıyla günümüze kadar geliyordu.

Ben mi?

Şimdi, “Hiç ısınamadım” desem, 
çoğunluk bunu güncel dinleme skandalına bağlayacak.

Hiç ısınamamıştım... Çünkü çocuk zihnimde Almanya hep olumsuz çağrışımlarla yer etti. 70’li yılların gurbetçi göçü, sağlam sanılan ailemizi parçalamıştı. En değerli varlığımı (bana annelik yapmış büyük ablamı) elimden almıştı. Bu nedenle sevmiyordum. Mesleğim gereği, birçok yurt dışı ziyaretinde bulundum, birçok siyasetçiye refakat ettim ama “Almanya gezisi” fırsatını her defasında teptim.

Edebiyata yoğun mesai harcadığım ilk gençlik yıllarımda da, çocukluğumdaki duyguların etkisiyle, Alman edebiyatı örneklerinden uzak tuttum kendimi..

Bir itiraf: “Genç Werther’in Acıları”nı henüz okumadım. Okumama kararlılığımı sürdürüyorum.

Rilke’ye de ısınamadım.

Necatigil hocanın mükemmel çevirisi, tamam da... Isınamadım işte.

Bernhard’ı keşfettiğimde (30’lu yaşlarımı idrak ediyordum), günlüğüme şunları yazmıştım: “Bernhard’ı sevmemekle isabet etmişim. Ölü bir medeniyetin koftiden isyankâr dili. Huysuz Alman. Yüreğimize değil, aklımıza sesleniyor. Aklımızı karıştırıyor. Aklımızı karıştırdığını sanıp muzırca gülüyor. Aptal bir modernist. İçi boş bir deha... Bundan sonra da Bernhard okumamayı sürdüreceğim.” (Bkz. “Kanamalı Haydut”, Selis Kitaplar, İstanbul.)

Hatırlatmak bile gereksiz: Bir ırka ve kimliğe yönelik değil tepkim... Bernhard örneğinde olduğu gibi, aklımıza seslendiğini sanan o kibirli dilden hoşlanmıyorum.

Bir itiraf daha: Ünlü “Alman disiplini” lafzından da hoşlanmıyorum. Makine düzeni içinde ve büyük bir disiplinle oynanan Alman futbolunu bu nedenle sevmiyorum. Benim için, “futboldan soğuma” nedenidir. Hiç duygu ve hiç insan sıcaklığı yok o oyunda... Biz müptediyiz. Akdenizliyiz. Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer olduğuna inanıyoruz. Ne disiplini!

Bu uzun girizgâhtan sonra, sözü “Bundesnachrichtendienst”a, yani 
Alman istihbarat teşkilatına getirmek istediğim anlaşılmıştır. 

Kısaca BND olarak bilinen örgüt, Türk aydınının, Türk siyasetçi kesiminin ilgi alanında olmadı hiç. CIA’den, MOSSAD’den, İntelligence Service’den söz eden ve bol komplo teorisi eşliğinde analiz yapan meraklılar, nedense bu ilgiyi BND’den esirgediler. Hiçbir zaman BND’yi “kötülüğün kaynağı” olarak görmediler. Alman istihbaratının Türkiye’ye ilgisi yeni değil oysa... İttihat ve Terakki döneminden itibaren, Almanlar içimizde ve nüfuz sahibi...

Hep dost nazarıyla baktığımız için, Der Spiegel’in ifşa ettiği dinleme skandalı hepimizi dağıttı. Ülkelerarası ilişkilerin rekabete dayandığı bilgisine rağmen çok şaşırdık... Hatta yıkıldık. 

Der Spiegel’in haberine göre, Alman istihbaratı, 2009’dan beri Türkiye’yi dinliyormuş. 

Bu tarih oldukça kritik...

Büyük enerji hamlelerinin yapıldığı ve kritik anlaşmaların imzalandığı bir tarih...

İlginçtir, müteakip yıllarda, EPDK üyelerinin ve Enerji Bakanı’nın dinlendiğini öğreniyoruz. Bu dinlemeyi BND yapmıyor, hayır... Bu işi Türk Emniyet Teşkilatı’nda yuvalanmış bir birim üstleniyor.

Soru şu:

Dost ve müttefik Almanya’nın bizimle alıp veremediği nedir?

Hadi “rekabet” temelinde buna bir izahat getirebiliriz ve çıkan sonuca şaşırmayız. Böyledir bu işler. Uluslararası ilişkilerde dostluk yoktur. Çıkar ve rekabet vardır.

Peki, Emniyet Teşkilatı’ndaki örgütün enerji konusundaki merakını nasıl açıklayacağız?

Örgüt, elde ettiği bilgileri hangi alanda sarf ediyordu? 

Emniyet Teşkilatı’nın işine yaramayacak “enerji bilgileri”Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yetkililerine sunulmadığına göre (sunulmadığını ve bilakis hükümetin de tarassut altında tutulduğunu biliyoruz), kimlere, hangi ülkelere servis ediliyordu?

Başbakan “Casus bunlar” deyince, birileri bozuluyor.

Hiç bozulmasınlar...

Emniyet kaynaklı dinlemelerin 
çoğunluğu casusluk faaliyetine girer. Ve hiçbir devlet, hiçbir otorite, bu faaliyeti cezasız bırakmaz.