Cece anne ve kuması

Hayal meyal hatırlıyorum; belinde Karadeniz kuşağı, ayaklarında beş cağla dokunan el işi çorapları ve öne doğru eğilmeye başlamış küçük vücutlu bir kadın fotoğrafı kalmış aklımda. Anneannemin kumasıydı Cece anne.

Herkesin bir hikayesi vardır ya; seni sen, beni ben, onu o yapan bir hikaye... Cece annenin hikayesi ise sadece onun değil, kendi doğuramadığı 11 çocuğun ve onlardan olma çocukların da hikayesi oldu.

Doğum sancıları onu yaylada yakaladı. Doktor yok, zaten doğurmak için doktora gitmek diye bir şey de yok. Sanıldı ki bebek biraz sancı çektikten sonra gelecek... Öyle olmadı, üç gün sürdü sancılar. Evin ortasına bir ip asıldı; o ipe de Cece anne asıldı, var gücüyle. Üç günün sonunda bebek cansız geldi dünyaya. “Allah vere Cece’ye bir şey olmadı” diye anlattı görenler.

Karnı da yüklü sırtı da

Cece anne bebeğini kucağına alamadan toprağa koydu ve bir karar aldı: “Ben bu yaşadıklarımı bir daha yaşamayacağım!”

Yayladan göç vakti kucağı boş döndü köye. “Yemin olsun bu odanın kapısı bundan sonra sana kilitli” dedi ve kocasını anneannemle evlendirdi.

Ahmet dedemi hiç tanımadım, ama neşeli bir adam olarak anlatıldı hep. Bence şanslı da bir adamdı. Cece anne gibi yeni eşi anneannem de çok özel bir kadındı.

Cece anneye bir daha çekmemek için kapı kilitleten o sancılara anneannem bana mısın demedi. 13 çocuk doğurdu zira.

Dile kolay, hayatının yaklaşık 10 yılını yüklü geçirdi. Karnındaki yük yetmezmiş gibi, sırtından da yük eksik olmadı. Birini gübre sepetini yere bırakıp doğurdu, öteki sırtında odun yükü varken geldi. Beriki ineklerin altına sermek için toplanan kuru komar yaprağının boyunu geçen yükünün altında iki büklümken...

Cece anne de evin koçirası (ev işlerini yapan, çocukları bakan kadınlar için kullanılır) oldu.  Anneannem doğurdu, Cece anne büyüttü...

Karnı burnunda tarlaya gitmek edepsizlik olarak değerlendirilmezdi.Ama kadınlar bir edeple taşırdı yüklerini...

Ayıp değil, günah değil!

Anneannem tanıdığım en şanslı annelerden.

Eteklerinde pervane olan 11 evladı, 90’ını dönmüş o koca çınarın gölgesinden hiç ayrılmak istemiyorlar ve bir araya geldiklerinde illa Cece anne uğruyor o meclise.

Bu hikayeyi neden anlattım?

Bir nedene gerek yok. Hikayenin kendisi anlatılmayı zaten hak ediyor.

Lakin anlattım, çünkü son günlerde hamile kadınlar üzerinde ortaya salınan sözleri boşa çıkaran bir hikaye bu. Çileyi, nezaketi, edebi hatırlatan bir hikaye.

Hem ezber bozan bir hikaye.

Hamilelik merhameti, nezaketi, anne hakkını, hayatı hatırlatır insana. Şehirde de böyledir, kırda da.

Anne bir edeple taşır bebeğini ama saklamaz. Çünkü saklanacak bir şey değildir; ayıp değildir, günah değildir.

Tuğrul Efendi (İnançer) belli ki meramını anlatamadı. Bu vesileyle bir sürü haddi aşan söz sarfedildi.

Ama şunu bir kez daha gördük, üslup denilen şey ayrıntı değil, çoğu zaman esası işin.

Yani ne demek istediğiniz nasıl dediğinizle doğrudan ilgili.

Tüketim kültürü de bu şiar üzerine yükselmiyor mu? Sunum algıyı belirliyor.

Güzel ve doğru bir şeyi güzel ve doğru şekilde ifade etmek gerekir. Yoksa ‘yanlış’ anlaşılmak kaçınılmazdır.

Üstelik yanlış anlaşıldım deme şansımız da yoktur, çünkü üslup bir ayrıntı değildir. İşin esasıdır.

Cece anne ve kumasının hikayesinde retorik yok, sadece gerçek var. Nasıl gerekiyorsa öyle yaşanmış bir hayat...

Feda edebiliyorsak, o şey gerçekten bizimdir.

Cece anneye rahmetle...