Cemaat’in itibarına endeksli siyaset

2007’deki genel seçimin öncesinde Türkiye’nin toplumsal ve politik atmosferini hatırlıyor musunuz? Seçimden birkaç ay öncesine kadar bütün siyasi gözlemciler iktidardaki AK Parti’nin yeniden tek başına hükümet kurabilecek oranda oy alacağını ama oluşan doğal iktidar yıpranması sonucunda oylarının düşme eğiliminde olduğunu söylüyorlardı. Sokaktaki tablo da bu beklentiyi doğrulayacak şekildeydi. Derken cumhurbaşkanlığı seçimi zamanı geldi.

Kendilerini iktidarın gerçek sahibi olarak gören bazı kesimler yeni cumhurbaşkanının Meclisteki AK Parti oylarıyla seçilecek olmasına itiraz ediyorlardı. “Şöyle biri aday olursa olur, şöyle biri aday olmazsa olmaz” biçiminde dayatmalarda bulunmaya kalkışıyorlardı. AK Parti ise doğal olarak kendi siyasetiyle uyumlu bir seçim yapma arzusundaydı. Başbakan Erdoğan aday olarak partiyi birlikte kurdukları yol arkadaşı Abdullah Gül’ü ilan etti. Bunun üzerine “rutin dışı” engelleme çabaları ortaya çıktı.

Daha önce hiç kimsenin duymağı bilmediği, uygulanmasına şahit olmadığı “367 kuralı” diye bir şey icat ettiler. Cumhurbaşkanının seçilmesi için toplantı yeter sayısı olarak 367 milletvekilinin hazır bulunması gerektiğini ileri sürdüler. Oysa ne anayasada ne yasalarda ne iç tüzükte ne de geçmiş uygulamalarda böyle bir kuralın izi bile mevcut değildi. Ama bunun bahane yapılarak cumhurbaşkanlığı seçiminin iptalinin planlandığı görülünce seçimin ilk turunda mecliste 367 milletvekilinin hazır olması için temaslara başlandı. Çünkü CHP 367 tuzağına destek vererek meclis oturumuna katılmayacağını ilan etmişti. Bu bakımdan 1946’dan beri aynı kesimlerin benzer müdahalelerine maruz kalmış olan sağ geleneği temsil eden ANAP ile DYP milletvekillerinin oturuma katılarak bu oyunu bozması bekleniyordu. Bu partiler son anda fikir değiştirip oturuma katılmayınca 367 sayısı bulunamamış oldu ve ilk tur seçim sonucunu -üyelerinin çoğu Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış olan- Anayasa Mahkemesi iptal etti.

Bu sırada dönemin genelkurmay başkanı tarafından aynı doğrultuda bir “e-muhtıra” yayınlandığını da hatırlayalım... Kalabalık cumhuriyet mitinglerini ve buralarda açılan “ordu göreve” pankartlarını da unutmayalım... Medyanın bu süreçte oynadığı rolü ise o günlerde literatüre kazandırılan “göbeğini kaşıyan adam” nitelemesi ifade ediyordu.

İşte böyle bir atmosferde 2007 milletvekili genel seçimine gidildi. AK Parti daha birkaç ay öncesine kadar hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda yüksek bir oyla seçim zaferi kazandı.

2007 seçimleri öncesindeki atmosfer bugüne çok benziyor bence. Öyle görünüyor ki iktidar partisine karşı belirli rezervleri olan kişiler bile AK Parti’nin maruz kaldığı saldırı karşısında rezervlerini askıya alma eğilimindeler. Çünkü hükümetin karşısındaki yapıdan duyulan korku ve endişe iktidara duyulan kızgınlıktan veya hükümet üyelerine atfedilen cürümlerden çok daha ağır.

Toplumun çok geniş bir kesiminde cemaatin faaliyetleri bir an önce etkisizleştirilmesi gereken bir tehdit unsuru olarak algılanıyor. Devletin en tepesindeki isimlerin bile telefonlarını dinleyip kaydeden, ülkenin milli sırlarını ele geçiren ve elindeki bu mahrem bilgileri siyasi ve ekonomik şantaj aracı olarak kullanan bir yapının tasfiyesi her şeyden daha öncelikli görülüyor.

Dolayısıyla AK Parti oylarındaki sürpriz yükseliş büyük oranda cemaat tarafından yürütülen kampanyanın eseri sayılmalı. Cemaat faktörü söz konusu olmasaydı bu trendin yakalanması kolay olmayabilirdi. 2007 seçimlerinin atmosferiyle bugünün benzerliği de işte burada. Halkın gözünde haksızlığa ve mağduriyete uğrayan taraf olduğu için destek gören AK Parti’yi başarıya taşıyan bizzat rakipleri ve hasımları oluyor.

Bu noktada muhalefet partilerinin yanlış stratejileri de açığa çıkıyor. Hem CHP hem de MHP cemaatin ileri sürdüğü suçlamalar üzerinden iktidar partisini yıpratmanın en maliyetsiz politika olduğunu düşünerek cemaatin peşine takıldılar. Geçmişteki söylemleriyle de ters düşme tutarsızlığını göze alarak... Oysa halkın yaklaşımı bunun tam aksi yöndeydi ve aslında bu partiler AK Parti’yi cemaatin argümanlarıyla suçlamak yerine “sen neden vaktiyle böyle bir karanlık yapıya göz yumdun” diye eleştirseydiler ve bu ciddi milli güvenlik meselesinin çözülmesi yönünde destek açıklasaydılar şimdi durum çok farklı olabilirdi.

Siyasetlerini cemaatin itibarına endeksledikleri için açmazdalar.