Kötü bir konu, biliyorum... İkrah ettirecek de bir konu. Malum güruh hemen kaleme klavyeye sarılıp, “Senin CHP’den başka konun yok mu birader?” diye saydıracak ve haklı olacak.
Hayır, bu kez “CHP yazısı” yazmayacağım.
Başlıktaki soruya (“CHP İstanbul’u nasıl düşürür?” sorusuna) cevap da aramayacağım.
Bana ne! Çalışsın, düşürsün.
Hadi sizi şaşırtacak bir şey daha:
CHP’yi de eleştirmeyeceğim.
Konu zaten CHP değil...
Konu şu:
Bir süredir, medyamızın bağımsız ve güzide yazarları (aralarında akademisyen kimliğini taşıyanlar da var), CHP’nin “İstanbul’u nasıl düşüreceğini” tartışıyor.
Buna “tartışıyor” demek yanlış aslında.
Canını dişine takmış bir güruh (bunlar daha çok “tarafsız” Radikal gazetesinde toplaşmış durumdalar), CHP için hedef ve strateji belirliyor...
Yerel seçimlerde CHP hangi “hususiyetini” ön plana çıkarmalıdır?
Hangi seçim çevresinde kimler aday gösterilmelidir?
AK Parti’yi geriletmek için, başka ne gibi ek tedbirler düşünülmelidir?
Bu “ek tedbirleri” nasıl hayata geçirilmelidir?
Daha da önemli soru şu:
Mustafa Sarıgül nasıl değerlendirilmelidir?
Kaç yıldır “yandaş” suçlamalarına maruz kalıyorum. Küfür kıyamet... Hayatımın hiçbir dönemde, çalıştığım hiçbir mevkutede, “Falanca parti seçim kazanmak için şunları şunları yapmalıdır” şeklinde bir cümle kurmadım. Herhangi bir parti için “hedef ve strateji” belirlemedim. Gönlümdeki adaylar için destansı yazılar döktürmedim.
Fakat, Radikal gazetesi yazarlarını tutamıyoruz.
Koray Çalışkan hocaefendiyi ve Özgür Mumcu biraderimizi tutamıyoruz.
Koray Çalışkan “duygulu” ve sitem dozu yüksek yazılarında, CHP’ye oy kaybettirecek olası “bölünmeler” konusunda, yine duygusal ve aşırı sinik tepkiler verirken, Özgür Mumcu biraderimiz mütemadiyen CHP’nin var olan oy potansiyeline vurgu yapıyor.
Şunlar hedef alınmalı...
Şöyle bir strateji izlenmeli.
Şu şu tedbirler hayata geçirilmeli...
Dolayısıyla, CHP’nin seçimi kazanması sağlanmalı.
Özgür Mumcu, ötekine göre daha sakin... “Mümkün olanı” gösteriyor. İstanbul seçimleri tarihini ve “sol”un aldığı oyları hatırlatıyor. Bir potansiyelin altını çiziyor... Eskiden olmuşmuş... Bundan sonra da olabilirmiş... Bundan sonra olmasını “mümkün” kılacak temel stratejileri sıralıyor; “belediyecilik anlayışı”, “ilke”, “dönüşüm” gibi parlak laflar ediyor.
Daha sakin ama açık vermekten de çekinmiyor;
Hangi durumda CHP’nin kazanma şansını yükselteceğini ayrıntıya dökerken, tipik bir CHP’li gibi konuştuğunu gizlemiyor.
Koray Çalışkan ise kaygılı...
Mustafa Sarıgül’ün aday gösterilmeme ihtimali karşısında kaygılı.
Sırrı Süreyya Önder’in adaylığından kaygılı...
BDP’lilerin kazanılmamış olmasından kaygılı.
Hem kaygılı, hem sitemkâr... Oylar bölünecek diye ödü kopuyor. Her tarafından CHP bayrakları fışkıran yazılarında ısrarla ve mütemadiyen “birlik ve beraberlik çağrıları” yapıyor. “Herkes aday olabilir canım, ne var bunda?” diyenlere içerliyor. Mesela, Sırrı’nın adaylığını destekleyenlere sitem ederken şunları yazıyor: “Sırrı Süreyya ya da başka BDP’liler, İstanbul’da Sarıgül/CHP yerine AK Parti/Topbaş kazansın, daha iyi diyorlarsa zaten konuşulacak bir şey kalmamış demektir.”
Hayır, elbette herkes istediği partiye oy verebilir.
Herkes gönlündeki adayı destekleyebilir.
Koray Çalışkan ve Özgür Mumcu biraderimizin gönlünden CHP’nin kazanması geçiyordur, mütemadiyen bunu yazarlar, bunu söylerler. Doğaldır, meşrudur, haktır.
Fakat anlayamadığım şey şu:
Biz niçin “yandaş” oluyoruz?
Bunlar “bağımsız” ve “tarafsız” gazetecilerse, biz niçin yandaş sayılıyoruz?
Bir de tersinden soralım:
Hayatımızın hiçbir döneminde, “Falanca parti seçim kazanmak için şunları şunları yapmalıdır, sağ oylar bölünmemelidir... Sağ oylar bölünürse ağlarım!” şeklinde bir cümle kurmadığımız halde, biz “yandaş” sayılıyorsak, bunlar ne?
Hakikaten bunlar ne?