Ciddiyetsiz sayın genel başkanlar!

Yormayın bizi... Nafile gündem yaratıp kamuoyunu oyalamayın.

Bu siyasi tablodan, bu siyasi partilerle, bu kafayla, bir dediği bir dediğini tutmayan bu Kemal Kılıçdaroğlu’yla, bugüne kadar neyin olmayacağını bize göstermiş bu Devlet Bahçeli’yle, PKK terörünü meşrulaştırmakla meşgul bu Selahattin Demirtaş’la anayasa filan yapılmaz.

Yola bile çıkılmaz bu adamlarla. Ayıp kaçmayacaksa, çişe bile gidilmez...

Ülkeyi darbe anayasasından kurtarmak gibi bir misyona sahip bulunduklarını iddia eden (yalandır, inanmayın) sayın liderlerden biri, bir darbeci kazığı olan “Atatürk milliyetçiliği” lafzından taviz veremeyeceklerini söylüyor.

İlk dört maddeye zinhar dokundurtmayacaklarmış.

Ne demek bu?

“Ben bu anayasa işinde yokum” demek.

Ayrıca, “Atatürk milliyetçiliği” ilkesi bu devletin temel taşlarından biriymiş.

Öyle miymiş?

Bu “temel taş” Cumhuriyetin ilk yıllarında niye girememiş anayasaya?

Unutulmuş mu?

Güç mü yetirilememiş?

Bilelim... Nedir “Atatürk milliyetçiliği?” Bildiğimiz milliyetçiliklerden farklı bir tür mü? “Vatanını milletini bayrağını sevmek” biçiminde özetlenebilecek konvansiyonel milliyetçilikten farkı nedir?

Bilelim de, ona göre tavır alalım.

Dahası, bu milliyetçiliğin teorik çerçevesini kim çizmiş? Atatürk bir milliyetçilik tanımı yapmadığına göre, hangi tanımı ya da yorumunu dikkate alacağız? Hıfzı Veldet ve Yunus Nadi gibilerin kitaplarına mı bakacağız?

Hakikaten bilelim...

Bilelim de, kendimizi mahrum etmeyelim bu güzel şeyden.

Haa... İlk dört maddenin muhafazasını şart koşan sayın genel başkan, ilk dört madde içinde yer alan “insan haklarına saygılı” ibaresinin değiştirilebileceğini söylüyor...

Eksik olmasın!

“Saygılı” yerine “dayalı” yazılabilirmiş... Buna izin varmış. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti “insan haklarına dayalı” bir devletmiş, bu husus anayasada açıkça zikredilmeliymiş.

Hani ilk dört maddeye dokundurtmazdın?

Dokunulabiliyormuş demek ki...

“Vahiy”le gelmediğine göre, dokunmakta bir sakınca yokmuş.

Efendim, anayasada Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlandırılmalıymış. Sembolik bir Cumhurbaşkanı olmalıymış. Atama yetkisi tamamen parlamentoya bırakılmalıymış.

Bunu da diğer sayın genel başkan söylüyor.

Pardon, yeni anayasaya “yeşil ışık” yakıyor.

Bir de şartı var: “Bana başkanlık sistemiyle gelmeyin. Buna kapalıyız.”

Kapalısın ama “idari yapıyı” nasıl düzelteceksin. (Ki, “Cumhurbaşkanını halk seçer” maddesinin anayasaya girmesiyle birlikte, idari yapı bozulmuştur. Bunu bozan Recep Tayip Erdoğan değildir. Bu “bozukluğu” giderecek, yani Seçilmiş Cumhurbaşkanıyla, seçilmiş Başbakan’ın birbirlerine karşı pozisyonunu belirleyecek bir yasa maddesi bulunmuyor. Yani, çift başlılık devam ediyor.) 

Tamam, Başkanlık sistemine karşısın... Karşı ol... Karşı olma hakkını sonuna kadar kullan.

Peki, bozulan şeyi nasıl tamir edeceksin? Geriye dönüş söz konusu olmadığına göre, vaki “çift başlılık” için nasıl bir anayasal çerçeve çizeceksin?

İlk dört maddeye dokundurtmayacaksın... (Militarist anayasanın ruhunu ilk dört madde temsil ediyor oysa.)

Kul yapımı metne “tanrı buyruğu” muamelesi yapacaksın.

Tanımı bile yapılmamış “Atatürk milliyetçiliği” lafzından taviz vermeyeceksin.

İdari yapının nasıl şekilleneceğine ilişkin bir öneri getirmeyeceksin.

Sonra da, “yeni anayasaya varım” diyeceksin.

Senin anayasa diye bir derdin yok.

Senin Recep Tayip Erdoğan diye bir derdin var.

Ki, bu aynı zamanda uluslararası bir dert...