Çin’i hatırlamak lazım

Ortadoğu’da özellikle de Suriye ve çevresinde yaşanan gelişmelerden söz edilirken, genel olarak bölge dışı oyuncu olarak ABD ile Rusya’nın adı geçer. Oysa, günümüzde yaşanan anlaşmazlıkları sadece Rusya ile ABD’nin karşılıklı ilişkilerine bakarak açıklamak kolay değil. Güçler arası rekabet bir ölçü olarak alındığında, mutlaka Çin’e de bakmak gerekir.

Kendisini ‘bir devlet iki sistem” olarak tanımlayan Çin, küresel sistemde ağırlık oluşturma kararını büyük ölçüde 2000’lerin başlarında verdi. 2011 tarihinde yeni dış politikasını ilan eden Çin, daha önce aktif olarak bulunmadığı alan ve bölgelerde var olma politikasına yöneldiğini ilan etti. Bu çerçevede, zaten başlatmış olduğu Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu açılımına daha büyük bir hız verdi.

Çinli yetkililer, bu politikanın ancak 2011’e gelince ilan edilmesini ise, ABD’nin tutumuna bağlamışlardı. ABD’nin Çin’i çevreleme ve Uzakdoğu’ya sıkıştırma politikasının Çin’i açılmak zorunda bıraktığı ileri sürülmüştü. ABD’nin Çin’i çevreleme siyaseti olduğuna kuşku bulunmamakla birlikte, Çin’in küresel açılım nedenini tümüyle Amerikan tehdidine bağlamak akılcı olmayabilir.

Açılım politikası

Çin’in 2007’deki petrol ithalatında örneğin Ortadoğu’nun payı % 38,4 iken bu oran 2010’da % 47’ye çıkmış. Her geçen gün enerji ihtiyacı artan Çin, devasa ekonomisi, üretim kapasitesi ve iş gücüyle dünyanın her yerinden kaynak teminine yönelmiş durumda. Ancak Çin’in birçok benzer ihtiyaç sahibi oyuncudan farklı kılacak bazı davranışları olduğu belirtilmeli.

Çin, dünya açılımı sırasında ticari araçları, yatırımları ve kültürel ilişkileri kullanmayı tercih eden bir ülke. Birçok Ortadoğu ülkesindeki üniversitede Konfiçyus öğretisine yönelik bölümler açılmasını sağlamış, özellikle petrol ve maden alanlarına yatırım yapmış, liman ve yolların onarım işlerine talip olmuş. Dünyanın birçok yerinde benzer kalemler üzerinden faaliyet sürdüren Çin, anlaşma yaptığı ülkelere de asker, istihbaratçı ya da üst düzey yönetici göndermek yerine göçmenler göndermiş ve onların gittikleri ülkelerde kalmalarını sağlayacak anlaşmalar yapılmasını zorlamış.

İran petrol alanlarının genişletilmesi konusuna 2007’den beri yatırım yapan Çin’in askeri işbirliği faaliyetlerinde bulunmadığı da söylenemez. Örneğin Suriye’nin Scud füze sisteminin geliştirilmesini bizzat Çin sağlamış.

Açılımın sınırları

Çin ile ilgili bilgiler bu biçimde sıralandığında, son derece akılcı ve etkili bir dış politika uygulandığını söylemek mümkün olabiliyor. Ancak, günümüz dünyasında iç politika ile dış politika arasında neredeyse sınır kalmamış durumda. Dolayısıyla başka ülkelerdeki faaliyetlerine bakmak, Çin’in başarısını ölçmek için yeterli değil.

Örneğin Komünist Partisi, 18. Ulusal Kongresi’ni gerçekleştirdi. Kongre’ye katılan 2 bin 200 delege, Merkez Komite’yi belirliyor, Komite de Politbüro’yu. Ülke siyasetini de bu politbüro yönlendiriyor. Daha genç bir ekibin görev alması söz konusu olsa da, Çin’deki siyasi yapının genç ya da yaşlı olmakla kimlik bulacağı düşünülmemeli. Sonuç itibarıyla otoriter bir yönetim bulunuyor, insan hak ve özgürlükleri ise tartışılmayacak kadar sınırlı.

Dolayısıyla yurt dışında ve dış ilişkilerinde “yumuşak güç” üzerinden hareket eden Çin’in iç siyasetinde pek de yumuşak yöntemleri benimsemediği söylenebilir. Bu durumun yol açacağı iki gelişme olabilir. Ya dışarıda uyguladığı “yumuşak güç” ülkeler ve toplumlar nezdinde zamanla anlamını yitirir ve Çin bugünkü kadar rahat ve kolay açılım yapamaz; ya da dışarıda uyguladığı yumuşak politikayı içeride uygulamak, yani demokrasi yönünde adım atmak zorunda kalabilir.