Çok mu seversiniz basın özgürlüğünü?

Cemaatle (yani Fethullah Gülen cemaatiyle) ilgili düşüncelerimi zaman zaman yazıyorum... Hayır, hiçbir önyargım yok. İnsanlar, dayanışma grubu kurabilirler, kendilerini “topluca davranışa” sevk edecek mekanizmalar oluşturabilirler; bir camianın, derneğin, sosyal grubun adamı olabilirler; akılca üstün gördükleri kişilere biat edebilirler. 

Kendi bilecekleri iş...

Bu cümleden olarak, devlet içinde de yer alabilirler.

Bugüne kadar, benzeri bir örgüt yahut camia içinde yer almadım, bir cemaate intisap etmedim, akılca üstün gördüğüm kişilere biat etmedim, biat etmeyi düşünmedim.

İntisaplı arkadaşların “bağlanma”yı idealize eden yaklaşımları bu yüzden ters gelmiştir bana... Ama anlamayı tercih ettim. Fethullah Gülen cemaatine mensup insanları da, idealizmlerini dışımda tutarak, anlamaya alıştım.

Başlangıçta, referansı ve temel motivasyonu ve “din” olan bir hareket olarak düşünüyordum. Hâlâ zaman zaman böyle düşünmek istiyorum. Ama artık düşünemiyorum. Ortalıkta aklımızı karıştıran ve iyi niyet duygularımızı dumura uğratan birtakım “kirlilikler...”

Bir camia düşünün ki, (spekülatif biçimde de olsa) ne zaman gündeme gelse, peşi sıra bu kirlilikler, yani “kaset, şantaj, beddua, illegal dinleme, kumpas, tehdit” iddiaları sökün ediyor.

Başbakan’ın ofisine yerleştirilen böceklerden konuşuyoruz ama esasında bunu (yani işin kriminal boyutlarını) konuşamıyoruz...

Cemaati konuşuyoruz.

Bir yerlerden birtakım kasetler çıkıyor...

Biz cemaati konuşuyoruz.

İllegal dinlemelerden ve kumpas iddialarından bahsediliyor.

Biz cemaati konuşuyoruz...

Bu örnekleri çoğaltabiliriz ve tatsız bir görüntü oluşturan manzarayı daha da tatsız hale getirebiliriz.

Soru şu:

Biz ille de cemaati konuşmak istediğimiz, buna teşne olduğumuz, anılan bütün kirliliklerle cemaati “irtibatlı” göstermeye bayıldığımız için mi böyle oluyor, yoksa cemaat mensubiyeti olan insanlar buna meydan verecek bir tutum sergiledikleri (yani anlaşılmaz bir savunma psikolojisi içine girdikleri) için mi böyle oluyor?

Bunun cevabını, “devlete karşı işlenmiş suçlara” karşı göğsünü siper eden ve sağlıklı bir kafanın “günah, haram, ayıp, çirkin” kabul edeceği fiilleri aklayıp kutsayan arkadaşlar versin.

Mahut, 17/25 Aralık girişimleriyle birlikte ortaya saçılan kirliliklerle bir alakanız bulunmadığını, “kaset-şantaj-dinleme” iddialarının kati surette sizi bağlamadığını, (başarılabiliyorsa)“suçluların bir an önce yakalanıp adalete teslim edilmesi” gerektiğini söylediniz... Hep bunu söylediniz. Ama ortaya saçılan kirlilikleri veri kabul edip meşru hükümete karşı en çirkin, en acımasız, en kirli savaşı başlatmaktan da geri durmadınız! Suçlular yakalanıp adalete teslim edilince de, “Yurt müdürüm, Ali Fuat müdürüm, Yakup müdürüm” diye toplu ağlama ayinleri düzenlediniz. Bunlar nereden de sizin müdürleriniz oluyor?

Şu hususun altını çizmeyi “ödev” sayıyorum:

Hiç iyi bir görüntü vermiyorsunuz...

Hiç iyi bir imajınız yok.

Başınıza gelen (başınıza getirildiğine inandığınız) “felaketlere” ve maruz kaldığınızı düşündüğünüz “düşmanlıklara” karşı örnek dayanışma görüntüleri oluşturabilirsiniz. Dışarıdan (Amerikalı ve Avrupalı dostlarınızdan) destek bulabilirsiniz. Bazı liberalleri kafaya alabilirsiniz. Yıllarca cemaatin yükünü çekmiş garibanları “sadece hak için savaştığınıza” inandırabilirsiniz ama hiç iyi bir imajınız yok.

Bir şey daha:

Türkiye’de basın, Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’dan ibaret değil.

Gözaltına alınan ilk gazeteciler de, Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca değil...

Dilerim aklanırlar ve işlerinin başına dönerler.

Fakat “basın özgürlüğü” demeyin.

Hiç inandırıcı değilsiniz.

Basın özgürlüğünü Nedim Şener’e, Ahmet Şık’a, Soner Yalçın’a, Müyesser Yıldız’a, Yakup Köse’ye ve Oda TV çalışanlarına sorun.

Hanefi Avcı’ya sorun.

El-Kaide’yle bağlantılı gösterdiğiniz Tahşiyecilere ve “İran-Pers ajanı” ilan ettiğiniz yüzlerce gazeteciye (aralarında Ertuğrul Özkök bile var) sorun...