Devam ediyor Kemal Bey... “Rakıcı” takımıyla dalaşmaya devam ediyor ve rakı masalarına çöreklenip “Ne olacak bu Türkiye’nin hali!” diye içlenen krem kremayı sokağa çağırıyor: “Ben sokağa çıktığım zaman milyonlar da sokağa çıksın, ben sokağa çıktığım zaman Boğaz’da rakı masalarında kimseyi görmek istemiyorum.”
Olur, çıkalım da... Niye?
Cumhuriyet sokaklarda savunulurmuş.
Nasıl yani?
Dublaj Türkçesiyle konuşan bir CHP milletvekili, halkı, “mahalle mahalle, sokak sokak, taşlı sopalı direnişe” çağırmıştı. Bu çağrısını da Mustafa Kemal’in olmayan “Bursa Nutku”na dayandırmıştı.
Bu tür bir “savunu”dan mı bahsediyor Kemal Bey?
Rakıcı takımı (kendi ifadesidir bu), sinik sızlanma halinden, fiili mukavemet haline mi geçecek? Cumhuriyeti kırıp dökerek mi savunacak?
Dahası, hangi tehlikeye karşı?
Bu cümleden olarak, rakıcı takımından da çok destek almış sermaye kalkışması Gezi’yi bir tür “fiili mukavemet girişimi” sayabilir miyiz? Böyle bir direnişi mi özlüyor Kemal Bey? Sandıkla alt edilemeyenlere uygulanacak tarifenin bu olduğunu mu söylemeye çalışıyor?
Beyaz Türkler’in Selocan’ı, “Kobani savunusu” için “sokağa inin” çağrısı yapmıştı.
Sonuç: 40 ölü...
Laik ve seküler hemşire Aysel Tuğluk da, eski müttefiklerden (yani kadim yol arkadaşlarından) yardım istemişti:
Ülkenin geleceğinde söz sahibi olan seküler ve laik güçler derhal sokağa inmeli, duruma el koymalıydı... (Mesela, darbe yapmalıydı.) Çünkü bölgede bir dincileşme tehlikesi söz konusuydu. IŞİD örgütü Kobani ve civarını AK Parti örgütü de Güneydoğu Anadolu’yu dincileştiriyordu.
Kadim yol arkadaşlarının devri iktidarında Diyarbakır Cezaevi’nde işkence tezgâhları kurulmuş, 17 bin insan faili meçhule kurban gitmiş, binlerce genç dağlarda öldürülmüş, bölge “olağanüstü hal” şartlarıyla yönetilmiş, hiç önemi yok Aysel Tuğluk için...
Devrimci bir Kürt olarak Aysel Tuğluk, Kürtlere, “kurtarıcı motif, tarihsel imge, ölümsüz mucize” diye taltif sözcükleriyle andığı Mustafa Kemal’in yolunu izlemelerini öğütlüyor.
Kemal Bey’e dönecek olursak...
İstikbali “fiili mukavemette” arayan ve rakıcı takımını sokaklarda görmek istediğini söyleyen Kemal Bey, bir parantez de aydınlar için açmış. Onları “korkaklıkla” suçluyor: “Bir aydın korkusundan konuşamıyorsa, ona aydın denilemez.”
Ben Kemal Bey gibi düşünmüyorum.
Korku, evet, kimi durumlarda “caydırıcı” olabilir ama “aydın” diye taltif ettiklerimizin böyle bir halet içinde olduklarını (yani korktukları için düşüncelerini söylemekten imtina ettiklerini) düşünmüyorum.
Bilakis, çok cesur ve delişmenler.
Mesela, bir diktatöre, “Mezarına işesinler” diyebiliyorlar... “Sen ne korkak bir O... Ç...’sun” diye tweet atabiliyorlar... Aba altından general sopası gösterip “Bak, sonun Menderes gibi olur ha...” diye gözdağı verebiliyorlar.
Dün yeni bir “aydın ifrazatı”yla karşılaştım. “Git işine” diyordu.
Evet, bir diktatöre “git işine” diyordu... (Bunu, Emre Belözoğlu İngilizcesiyle söylüyordu... Hani, Türkçeye çevirdiğinizde, sinkaflı bir küfüre dönüşen kelime grubu...)
Kemal Bey, “Aydınlarımız çok şey konuşuyor ama bir şey söylemiyor” diyorsa, katılırım.
Bence de, çok şey konuşuyorlar... Küfür bile edebiliyorlar ama bir şey söylemiyorlar. Yani, fikir üretemiyorlar.
En “bir şey söylüyormuş” görüneninin içler acısı halini zaman zaman bu sütunda paylaşıyorum.
En son, “Sigara da içerim, içki de içerim, sana ne!” demişti.
Üretebildiği “fikir”in limiti bu...