Çözüm Başbakan’ın iki dudağı arasında mı?

Kürt meselesinin buharlaşmaya yüz tutmasından, terör meselesinin çözüm yoluna girmesinden bu yana sistematik olarak bir tez işleniyor.

İsteniyor ki Başbakan’ın astığı astık, kestiği kestik bir siyasi lider, -müddeilerin ifadeleriyle söylersek bir “diktatör” olduğu kanısı kamuoyuna yerleşsin.

Bu tezin temel argümanı Başbakan’ın dilinin, üslubunun sertliği.

Fonda ise on yılı aşkın süredir iktidarda oluşu var.

Başbakan’ın on yılda yedi seçimden açık ara farkla çıkıp ülkeyi yönetme yetkisi almış olması,  yahut dil-üslup meselesinin Türkiye siyasetinin neredeyse evvel ezelden beri yerleşik bir sorunu olduğu, bugün de iktidarıyla muhalefetiyle siyasetçilerin hemen hepsinin aynı tonda konuştuğu gerçeği hatırlansın hatırlatılsın istenmiyor tabi.

***

Başbakan’ın nasıl bir nefret objesi haline getirilmeye çalışıldığını ve bu çabanın bir ölçüde sonuç verdiğini Gezi olaylarında hep beraber gördük.

Bileşenleri gibi hem diğer şehirlerde hem de olayların akışında mahiyet farkları olmasına rağmen tevile yer bırakmayacak şekilde iki şey hakimdi Gezi’ye:

1) Ateş yayılsın kaos artsın

2) Erdoğan istifa etsin. 

Peki.

Bu istenenler olursa aslında ne olmuş olur?

Türkiye’ye, her birimize, “nurjuvazi”ye de burjuvaziye de, Gezi’de göremediğimiz işçi sınıfına da Gezi’nin canı sıkılmış orta sınıf eylemcilerine de büyük zararları dokunur elbette ama asıl olan elbette ki çözüm sürecine olur.

Yani?

Henüz kesin çözüme kavuşmamışken, altı aydır tabutlar gelmiyor diye, pimi çekilmiş bir bombanın üzerinde oturduğumuzu unutup şımarıkça devrim müsamereleriyle mi oyalanacağız?

***

Meseleye gelelim:

Çözüm sürecinin esasen iki aktörü var. Biri Başbakan Erdoğan, diğeri Abdullah Öcalan.

Beğenin ya da beğenmeyin Erdoğan, seçmenin yüzde 50’sinin oyunu alarak iktidara gelmiş ve iktidar yılları boyunca ülkedeki tüm parametreleri olumluya çevirmiş, sağlıkta, ulaşım ve iletişimde, sivilleşme ve demokratikleşmede devrim niteliğinde işler başarmış bir siyasi lider.

Öcalan ise Kürt sorunundan silahın yöntem olarak kullanıldığı ulusalcı bir siyasi hareket çıkarmayı başarmış, 14 yılı müebbette olmasına rağmen 30 yıldır Ortadoğu gibi bir coğrafyada ayakta kalmış, örgütüne önderlik edebilmiş bir aktör. 

Kabul edelim ki bu sürecin en önemli avantajı, çözüm için gerekli olan iki güçlü aktöre sahip olması.  

Erdoğan bu işi MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın eliyle götürüyor ve Fidan ile Öcalan arasında nihai hedefe kilitli güvene dayalı bir mutabakat olduğu görülüyor.

Ancak elbette ki hiçbir tarafın tabanı diğer tarafa güvenmiyor. Güvendiği, kendi tarafının lideri. Bu, PKK tabanı için de böyle, AK Parti’ye oy vermemiş olsa da sorundan yılmış, sürecin selamete kavuşmasını arzulayan Türkiye genel kamuoyu için de.

***

Lakin işlerin yürüyüşünde taraflar ve aktörler eşit şartlarda değil.

Bir yanda liderlik kültü etrafında şekillenmiş bir terör örgütü var. Önderlik’e bağlılık ölümüne bir bağlılık. Rızadan çok zora dayalı. Örgütün yetkili kurulları olsa da Öcalan’ın sözü emir hükmünde.

Diğer yanda ise sandıktan çıkmış, dört yılda bir sigaya çekilen, attığı her adımın hesabını vermek zorunda olan bir fani var.

Diktatör iddiasındakilerin aksine zora değil rızaya dayalı bir iş çıkarmak zorunda.

Üstelik tüm karmaşası, geçmiş uygulamaları ve hala zinde olma ihtimali bulunan parçalarıyla devlet de var bu tarafta, çözüm karşıtlığından ölümcül bir dille bahseden rakip muhalefet partileri de. Türlü çeşitli çıkar grupları, medya kuruluşları, STK’lar, aydınlar da bu tarafta, farklı farklı etnik dini mezhebi toplumsal kesimlerle beraber PKK-BDP hattına itibar etmeyen ama beklentileri olan geniş bir Kürt nüfusu da.

Yani Erdoğan, bütün bu çok parçalı yapıyı ikna ederek yapabilir her ne yapacaksa.

Geçmişte çözüm için çabalayanların vakitsiz rahmete kavuştukları gerçeğini yani çözdürmemek için her an devreye girenleri unutup her şeyin Başbakan’ın iki dudağı arasında olduğunu sanan ve lütfedip bahşetmediği için etmediğini bırakmayanların yanıldığı yer de zaten burası.