Çözüm süreci ve PKK

Çözüm sürecinden ilgili her bir aktör ve unsurun farklı şeyler anladığı muhakkak. Zira ortaya çıkan krizlerin tabiatı bu tespiti yapmak için fazlasıyla yeterli. Diğer önemli bir nokta ise mezkur aktör ve unsurların meseledeki ağırlıkları. Son tahlilde, bu özgül ağırlıklar, sürecin olgunlaşmasında ve nasıl hitama ereceğinde belirleyici olacaklar. 

Özgül ağırlıktan kastımız güncel etki gücünden ziyade uzun vadede belirleyici ve yapısal anlamda etkileme gücüne sahip olmadır. Bu zaviyeden bakınca, en büyük özgül ağırlığın sahibi olan milletin satın almayacağı, içine sindirmeyeceği bir neticenin ayakta kalması mümkün görünmüyor. Bu basit gerçeği göremeyen ve sindiremeyen aktörlerin de süreçteki rolleri çözüm safından yana kriz alanına ram olmalarına yol açıyor.

Çözüm sürecine dair yeni bir muhasebe yaptığımızda, aktörler arasında ciddi mesafelerin oluştuğunu görüyoruz. Hatta oluşan farkı ‘mesafe üzerinden’ analiz etmenin bile şüpheli olduğu söylenebilir. Öyle ki, mesafe, son tahlilde, aynı düzlem üzerindeki uzaklıkları tespit ederken kullanabileceğimiz bir kavramsallaştırma. Krizin en önemli kaynağı, PKK’nın çözüm düzleminde kalma yeteneğinin sınırlı olması. Tam anlamıyla kendi gündemi üzerinden, ‘Kürt meselesinin’ sağladığı meşruiyet alanında, en büyük sapmaların bile tazmin edeceğini; yoldan çıkışlarına ise ‘silaha ve şiddete sarılma tehdidi’ üzerinden müsamaha gösterileceğini düşünüyorlar.

En hafif ifade ile derin bir kafa karışıklığına, dürüstçe dile getirmek gerekirse kaotik dünyaya fazlaca gönülmüş olan örgüt aklının, içine düştüğü krizden çıkması kolay değil. Kobane bir süreliğine bu akıl tutulması krizinde siyasal morfin görevi ifa edecektir. Bu durumun PKK farkında olmakla beraber, öğrenilmiş cehalet refleksleriyle, adeta kendisini tutamayıp her seferinde aynı savrulmayı yaşamaktan geri durmuyor.

Bu gidişatın sürüklendiği yer, PKK’nın çözüm sürecinde, paydaş olma ile geciktirici ve engelleyici bir unsura dönüşmek arasında, arafta kalması anlamına gelmektedir. Kürtlerle ve Türkiye ile kurucu bir siyaset üzerinden ilişki kurmayı beceremeyen bir PKK, sadece çözüm sürecinde özgül ağırlığını kaybetmekle kalmayacaktır. Aynı zamanda, var olabilmesinin tek yolunu silaha ve şiddete hapsedecektir. Ekim ayı başında sebep olduğu katliamlarla, süreçte kendisi dışındaki aktörlerin özgür ağırlığı artmış durumda. Aradaki mesafeyi kapatabilmesi için önce çözüm zemine gelmesi ve şiddetle kurduğu ilişkiyi gözden geçirmesi gerekiyor. Ortaya çıkan tabloya bakılırsa böylesi bir basiretten bahsetmek zor.

Kendi icadı olan ‘Kürt meselesi’ ile Kürtlerin mağduriyetler yaşadığı ‘Kürt meselesi’ de bu süreçte birbirinden hızla uzaklaşmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda sağladığı demokratikleşme birikiminden faydalanmak yerine, demokratikleşmeyi miyop örgüt hedeflerine kurban vermeyi tercih etmenin maliyeti oldukça ağır olacaktır. Hastalıklı bir komploculuğu bile aşan, bilim kurgu düzeyinde inşa edilen AK Parti düşmanlığı diskuru, Türkiye karşıtı dünya ve çarpık Ortadoğu analizleri içerisinden salim bir aklın çıkması oldukça zor.

Nereden başlanacağının bir cevabını bulmaları da kolay değil. İşe çözüm süreci parkuruna dönüşle başlayabilirler. Eğer bu dönüş yaşanmazsa, taşeron bir yapının bile kaldıramayacağı düzeyde alt-işverenlerden alınan akıllar etrafında oluşturdukları stratejilerinin, sadece maliyet ürettiği aşikar. Ortaya çıkan maliyeti IŞİD üzerinden meşrulaştırmaları da ferasetli bir yaklaşım değil. Zira sadece ‘IŞİD şeytanlaştırması’ bir işe yarasaydı, El-Kaide’yi bütün güvenlik ve siyaset mimarisinin merkezine koyanlar; bugün IŞİD’i ‘yüzleştikleri en büyük tehdit’ olarak karşılarında bulmazlardı.