Çözüm sürecinde Hakkari ve ‘ters lale’ler

Hakkari’de büyük bir coşkuyla karşılandık. Sümbül Dağları’nın baktığı Zap Suyu’nun kederli derinliğinde nice hicranlı hayat hikayesi saklı. Hakkari’nin heybetli dağlarında şimdi “ters lale” vakti. Sanki ağlıyormuş gibi, çiçekleri bile Hakkari’nin. Çünkü burası, çözüm sürecini konuştuğumuz eşikte, çileyi en ağır bedellerle çekmiş bir şehrimiz. Sokak aralarında, evlerde, dükkanlarda, insanlar gözlerinizin içine umutla bakıyor. Kan dursun diyor anneler. Şimdiye kadar sizlere hep şehit annelerinden bahsettim, onlar başlarımızın tacıdır. Annelerin yüreklerine kor ateşi düşmüş.

 

Hakkari’deyse farklı bir kapıyı çalmanın tecrübesini yaşadık Akil İnsanlar Heyeti olarak. Ziyaretine gittiğimiz evin annesi Sıdıka Kaya, dört oğlu dağda ölmüş bir anne, iki oğluysa halihazırda dağdaymış. Evlerine vardığımızda büyükanne ve anne akşam namazlarını kılıyorlardı. Yerde serili halıdan ve duvara yaslanmış yastıklardan başka bir eşya yok solgun salonda. “Asker veya dağdakiler hepsi de evlattır, biz hepsi için ağlıyoruz, kalbimizdeki niyet bundan sonra kimsenin ölmemesidir” diyor. Çukurca’daki 17 Ocak saldırılarında şehit olan Osman Çavuş da Sıdıka Kaya’nın yakın komşularındanmış, “Sanki oğlumu kaybetmiş gibi oldum, o da bizim taziyemizdir” diyor ağlayarak. Annelerin duası ve ümidi, evlatlarının geleceğiyle ilgili. “Kanı durdurursa yeri cennet olur” diyor Başbakan Erdoğan için.

***

Hakkari’de önce üniversite hocaları ve öğrencileriyle buluştuk. Onlar, doksanların en vahim günlerini yaşadığımız günlerinde dünyaya gelmiş yeni bir nesil. Her birinin mayınla, silahla, patlamalarla, hapishane ve işkencelerle anlatacağı can yakıcı hikayeleri var. Dikkatimi çeken bir diğer şey, yaşanan ayrımcılıkların yol açtığı incinmişlik... Hukuk ve demokrasi adımlarıyla düzeltilecek adımlar var elbette, ama Hakkari’de bariz şekilde izlediğim yoğun psikolojik incinmişliğin altından nasıl sıyrılıp kalkarız bilemiyorum. Önyargı, tam da bu incinmişlikten içiyor suyunu, sonrasındaysa karamsarlığa dönüşüyor.    

 

Hakkari en çok sayıda rapor dosyası aldığımız ilimiz oldu. 110 sivil toplum örgütüyle bir araya geldik. Baro, odalar, dernekler, vakıflar, yerel medya mensupları da vardı. Barışın tarafı hatta mimarı olarak gördükleri Abdullah Öcalan’dan ve onun muhakkak özgürleştirilmesi gerektiğinden bahsettiler. 

 

Son 30 yıldır yaşananlar, 1000 yıllık kardeşlik hukukunun reddi inkarıydı yaşadıklarımız” diyorlar... “Çatışma kültürü” algısına da dikkat çekiyorlar, kendilerinden terör ve terörist bağlamında konuşulmasından yakınıyorlar. Hakkari Baro Başkanı; “çözüm odaklı hukuk değişimleri yaşanmalı, yeni anayasa yapılmalı, anadil hakkı ve boşaltılan köyler sorunu ve faili meçhuller çözümlenmeli, KCK davalarından vazgeçilmeli, kolluk görevlileri eğitilmeli, genel af meselesi gündeme alınmalıdır” dedi.  

 

Şu anda Yüksekova’daki toplantıdayız, burada da konuşan herkes Öcalan’la başlıyor konuşmasına. 80 km’lik yolda 12 kontrol noktası var ve sürekli karakol yapılıyor diye itiraz ediliyor. Evlatlarını dağda kaybetmiş anneler bile, barışın ön koşulu olarak Öcalan’ın serbest bırakılmasını şart koşuyorlar. Bunun anlamı, onlar için çok farklı.  

 

Hakkari ve Yüksekova’daki izlenimlerimden birisiyse; ne yazık ki meselenin artık insan hakları ihlalleri eleştirisi ve demokratikleşmeye yürüyüş olmaktan çıkıp Türklerle Kürtler arasında yaşanan/yaşanacak bir sorun olduğuna doğru kaydığıydı. Yaşadıkları haksızlıkları, fena muameleleri, köy boşaltmaları, işkenceleri, faili meçhulleri kimlerdi işleyenler? Yetkilerini aşmış kolluk görevlileri mi, vesayet çeteleri mi, hatalı politikalar mı... Yoksa genel olarak kesip atıvereceğimiz şekliyle “Türkler” mi yapıyordu bu imha, red ve asimilasyon işlerini? Gördükleri zulümden o kadar bıkmışlar ki böylesi bir karıştırma hemen her cümleye sızıyor.

Hakkari’yi anlatmaya devam edeceğim...