Çözüm sürecinde ‘uhuvvet’i yeniden hatırlamak

Doğu Grubu olarak gittiğimiz yörelerdeki ilim irfan sahiplerini, bilgeleri, aksaçlıları, arifleri de ziyaret etmeye çalışıyoruz elimizden geldiğince. Onlar birer dağ gibi, nehir gibi, yıldız gibi sessizce işaret eden kişilerdir hakikati. “Söz ola kese savaşı, Ağuyu yağ ile bal ede bir söz” demiş ya Yunus. Zehri dermana, firakı vuslata dönüştürecek söze ihtiyacımız var her şeyden evvel...

***

Karlofça sonrası Batı karşısında kaybedişle başladı ilimle irfan arasındaki ilk güçlü sorgulamalar. Başarısızlık sorgulamasında suçu ilkin kendilerinde arayan aydınların üzüntüsü, kısa zamanda kendilerinden taşıp, Doğu’ya ve Doğu’nun tüm hatırlattıklarına dayanınca, görece bir rahatlamadır aldı kalem erbabını. Bıyıklarının iki ucunu yukarı doğru kaldıran gençlerin nerdeyse hepsi, bir bir soluğu Paris’te almaya başlayınca... Coğrafyadan yükselen ayrılık gıcırtıları arasında, Batı’ya ilim ve kapris, Doğu’yaysa irfan ve sabır düştü. Kaybedişe dair sorgulama, seküler bir yarılmaya dayandı. Uzun savaş yılları, mütarekeler geçidi ve nihayet uluslaştırma projeksiyonu ile kurulan yeni Türkiye için Şark... Şark; mahrumiyet, sürgün, ceza, rütbe-i tenzil mekanı veya en iyi halde idealistlerin ancak aydınlatma görevi ile gidebilecekleri, orada bir köy var uzakta’ya dönüştü.

Fen Bilgini İbrahim Hakkı Erzurumi, Tillo’daki Üstadı Fakirullah’ın yanında astronomi deneylerini kaleme alırken de vardı oysa Batı ve Doğu... Peki sonra ne oldu Doğu’ya, kalemi, usturlabı, grameri, santuru nerede, niçin kırıldı, kitapları neden yakıldı, dili, gözü, gönlü, edebiyatı, sözü, nefesi niçin reddedildi? Niçin “Mederesetüz Zehra” ideali, rüyası, inancı artık uzak ve mazideki bir ütopyadır pek çoğumuza? Doğuya yabancılaşmanın, kendimize yabancılaşma olduğunu ne zaman fark edeceğiz?

***

Ve İslamcılık adına ağır bedeller ödeyerek yürüdüğümüz düşünsel koridorda yaşadığımız dil yoksullaşması da cabası... Sivil toplumcu lisana hapsolmuş ezberlerle yenmeye çalıştığımız yenilgiler büluğu... Savunma kompleksiyle düştüğümüz, irfandan nasibi kalkmış öykünmeler. Bu oyuncakları Batı bile bırakalı çok oluyor. Kurduğumuz Aydınlanmacı dilin yol açtığı yabancılık, uzaklık, plastik soğukluk, Doğu’da attığım her adımda bir vicdan azabı gibi büyüyor karşımda ne yazık!Heidegger’den, Şeriati’den, Mevdudiden, Strausbourg Kararlarından yaptığım alıntıların hiç biri, bir tek içten kucaklaşmanın yerini tutmuyor. Kelimesi tükenmiş buluyorum kendimi taziye çadırlarındaki kadınların dizleri dibinde. Kalbi, vicdanı ve bilinci agâh edecek kaç kelimemiz kaldı biz ona bakalım...“Uyuşukluk veren hurafelerdir” gerekçesiyle yıllardır dışladığımız geleneğin, kırıntısına bile muhtacız bugün...                     

***

Bediüzzaman’ın talebesi ak saçlı dedelere rastlıyoruz bazen Doğu’da yol alırken.. Çektikleri onca çile, red, inkar, imha girişimlerinden sonra bile, tebessümle karşılıyorlar bizi, “Sulh ahkamın seyyididir” diyorlar. Yalnız değilsiniz bizim bütün dualarımız sulh ve selamet içindir diyorlar. Kardeşlik hukukundan, Uhuvvet’ten söz açıyorlar. Dervişler, Mollalar, Hafızlar... 100 yaşına yakın Mele Raşit; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin” ayetini okuyor Hucurat Suresinden...

İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır” demiş Yunus... İlim ile irfanı ayırdık biz, ilmi seçkinlere irfanıysa avama pay ettik. Dilimiz de bilincimiz de yaralıdır bu yüzden, yarımdır. İş ki tevhidi bulalım. Tefrikalar denizinde boğulmadan evvel imdat isteyecek dili bulalım. O, uhuvvettir, kardeşlik hukukudur vesselam.