Çözüm sürecine balans ayarı

Son haftalarda yaşananları büyük bir siyasi krize yoranlar bana göre fena halde yanılıyor. 

Yaşananlar benim kafamı karıştırmadı çünkü. Bilakis dağınıklığı toparladı, görüşümü netleştirdi.

Kriz yorumuna sebep şu mu?

“Kürt sorunu yoktur, izleme heyetini ve Dolmabahçe’yi doğru bulmuyorum” diyen Erdoğan süreci ve Hükümeti sabote mi ediyor?

Hayır. Sürecin başlatıcısı, yürütücüsü ve baş aktörü olmaktan öte, devlet başkanı sıfatıyla Türk milliyetçileri dahil Türkiye’deki herkes için sürecin en büyük garantörü Erdoğan.

Halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olarak sürecin takipçisi olacağına dair söz verdiğini de hatırlamak gerek ayrıca.

Bu sorumluluklardan dolayıdır ki, çözüm sürecinde giderek artan masa-saha uyumsuzluğuna işaret etmek ve “balans ayarı yapmak” Cumhurbaşkanı’nın görevi.

Her şeyi şöyle bir temize çekersek:

Sürecin siyasi aktörlerinin çözüm iradelerinde gevşeme yok.

Hedefte, istikamette değişiklik yok.  

İki taraf da hemfikir: PKK Türkiye’de silahlı mücadeleyi bırakacak, buna göre siyasi hukuki sosyal düzenlemeler yapılacak ve Türkiye normalleştirecek. 

Masa-saha uyumsuz 

Öcalan’ın mektubu da aynı amaca yönelik. Kendi tabanına, örgütüne “işine bak, kongreni topla, silah bırak” diyor kısa ve öz şekilde. 

Ama silahlı-külahlı Kürt siyasi hareketi içindeki bir damar, paralel yapının ve Erdoğanfobik seküler beyaz Türklerin vesayeti altına girerek evladının yolunu gözleyen Kürt analarına ihaneti seçmekte.

Öcalan bunu görüyor. Mektuptaki “umarım”la başlayan cümle o güvensizliğin, belirsizliğin ifadesi. Bir anlamda “benden bu kadar” diyor Öcalan.

Çünkü barışın ancak Erdoğan’ın güçlü liderliğiyle mümkün olacağını, Demirtaş’ın attığı taşın ürküttüğü kuşa değmeyeceğini ve sürece zarar vereceğini en iyi Öcalan biliyor. 

Daha düne kadar çözüm sürecine karşı olanlarda gelişen akut PKK severliğin ahlaksızlığını ve buna kananların ahmaklığını görüyor, gereğini yapıyor.

Erdoğan da ehemi mühime tercih ederek Hükümetle sorun varmış gibi algılanması pahasına sürecin selameti için gereken “balans ayarı”nı yaptı.  

Çünkü Hükümetten bağımsız olarak masa ile saha, söylem ile eylem, niyet ile gayret arasındaki uyumsuzluğun artması bilakis çözüm sürecine zarar verebilirdi.

Çünkü silahlı-külahlı Kürt siyasi hareketi hiçbir adım atmadan, hem silaha yaslanıp siyasi şantaj yaparak hem de Kürt gençlerini sokakta silah gibi kullanarak çözüm sürecini göstere göstere suistimal etmekteydi.

6-8 Ekim’de ve Cizre’de sahneye konan ucuz oyunu bölge halkı gibi tüm Türkiye gördü. Gördü ve dönüp Hükümete, devlete baktı: “Bu muydu senin Çözüm Süreci dediğin?”

O yüzden Cumhurbaşkanı’nın ve Hükümetin sürece dair kuşatıcı söylemleri de, Kürt siyasi hareketine “önce seni görelim” ısrarları da gayet yerinde ve gerekli. 

Belli ki birileri kasıtla, birileri kusurla doğru bir olgudan yanlış bir algı yaratmayı başarıyor. 

Halbuki durum şu: Çatışma çözümlerinde üçüncü göz gereklidir, işleri kolaylaştırır ve Türkiye sürecin bir evresinde buna başvuracaktır. Ama şimdi değil. Zamanı geldiğinde. Muhtemelen müzakere aşamasına geçildiğinde.

Saray-Köşk krizi diyenlere de HDP’lilerin yaptığı heyet açıklamalarının Yalçın Akdoğan tarafından iki kez yalanlandığını hatırlatmak isterim.

Gelelim Dolmabahçe’ye. Önder’in okuduğu 10 maddelik müzakere taslağı, Hükümetle Kürt siyasi hareketinin ortaklaştığı bir metin değildi, değil. O metinÖcalan’ın Kandil’e “bakın devletle bu konularda görüşeceğim, ok mi?” diye sorduğu, Kandil’in de “ok’ dediği metin. Yani bahsi geçen mutabakat Hükümet devlet değil İmralı-Kandil-HDP mutabakatı. Ayrıca bu bir taslak. Son metin değil. Kimse bu metne mecbur da değil.

Hele de PKK terör örgütü olarak devam etmekte, masaya silahla oturmakta ısrar ederse.  

Söylemezsem çatlarım

1) Arınç’ın açıklaması: İki ay sonra aktif siyasette olmayacak bir ismin Yeni Türkiye’yi kuracak Başbakan ve Cumhurbaşkanı hakkında konuşması en hafif tabirle lüzumsuzdur. 2) TSK “Eşme ruhu” ya da başka bir konuda görüş bildiremez. Yapılması gereken bir açıklama varsa, Milli Savunma Bakanı çıkar yapar. Bu kadar.