Cui bono?

Şerden hayır doğar mı?

Evet, bâzen!

Böylece yazımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz ama biraz daha yerim kaldığı için oraya da bâzı mülâhazalarımı ekleyeyim bâri:

Rue La Fayette’deki iğrenç ve alçakça üçlü cinâyeti kimin işlediği konusu işin polisiye yanı. İki gündür bu konuda akla hayâle gelebilecek herşey yazıldı çizildi ama bunların hepsi şimdilik birer faraziye, birer tahmîn olmakdan ileri gidemeyeceğine nazaran kovuşturmanın kesin sonuçlarını beklemekden başka çâremiz yok.

Bu gibi cürümlerde polisin ilk sorduğu klasik sual “cui bono?”dur, kime yarar?

Gerçi meselenin bu kısmında da henüz tahmin merhalesindeyiz ama burada hiç değilse her şıkkın “realist” bir karşılığı var.

Buna dâir de uzun bir liste ortaya çıkdı. Kısacası, Türkiye’nin güçlenip ağırlığını daha da arttırmasından hoşlanmayan bütün devletler yâhut organizasyonlar “potansiyel şübheli” kategorisine giriyor. Mâşallah, ne de çok hoşlanmayanımız varmış!

Elemterefiş!... Almanya’nın Son İmparatoru II. Wilhelm’in meşhur bir sözü vardır:

“Viel Feind, viel Ehr’!” (Çok düşman, çok şeref!)... Ama şerefin de fazlası fazla olmuyor mu? Neyse...

Ben biraz, pek çok merkezin kudretli bir Türkiye’den somut olarak neden hoşlanmadıkları konusuna değinmek istiyorum:

1960’lı ve kısmen 70’li yıllarda sık sık “Türkiye’nin en önemli ihraç ürünüKemalizm’dir.” fikrini işlerdim. O zamanki politik konjonktürde yakın ve biraz daha az yakın komşularımız bakımından bu bana en uygun tanımlama gibi gelirdi. Çünki o devletlere kıyasla ülkemiz o yıllar, bütün aksaklıklarına rağmen, bir “terakkî adası” gibiydi.

Bugünse artık o yapının ve örgünün çok gerilerde kaldığı bir başka zaman dilimindeyiz.

Bana şimdi “en önemli” ihraç ürünümüzü sorsalar “istikrar” derim.

Bana öyle geliyor ki pek de uzak olmayan bir istikbâlde Ortadoğu’ya 1918’den, yâni Birinci Cihan Harbi’nden sonra süngü zoruyla dayatılan düzen büyük bir hengâme ile yıkılacak ve yerine daha “tabii” bir düzen kurulacak. Başka bir söyleyişle Bölge’nin “tabiatına” daha uygun bir düzen!

Bu öngörümün gerekçesi, hâlen, İran ve Kafkasya da dâhil, bütün bu geniş coğrafyada çizili sınırların, muhtelif derecelerde “sun’î” oluşudur.

Sun’î bir siyâsî yapıyı, sağından solundan iteleyerek bir süre ayakda tutabilirsiniz. Hattâ bâzen 70 yıl bile tutabilirsiniz! Misâl Sovyetler Birliği! Bakınız SSCB yazacakken “gençler” anlamayabilir diye açık ünvânını yazdım. O kadar unutuldu ve târihin raflarında bir köşeye atıldı çünki. Ortadoğu’daki düzen de aşağı yukarı 1950’den bu yana sürüyor. Osmanlıdan sonrası “işgâl” dönemiydi. Osmanlı da işgâlciydi diyenlere îtibâr etmeyin! “Halîfe-i Rûy-i Zemîn” idi çünki o devletin başı!

Her hâl ve kârda bu bölge yeniden yapılanırken eğer başında bir “korrektif” (düzeltici, ayarlayıcı) olarak Türkiye bulunmazsa kızılca kıyâmetin kopması işden bile değildir.

Bu bahsetdiğim yeni düzen ise anlaşılan artık fazla gecikmeyecek. Irak ve Sûriye’de olup bitenler bunun ipuçları. 

Öyle görünüyor ki bu gelişmeyi gören ve bunu her ne pahasına olursa olsun önlemek isteyen(ler?) daha işin başında Türkiye’yi karıştırarak onu dışarıyla ilgilenemez hâle getirme planlarından birini uygulamaya sokmuşlar.

Ölüm aslında hiçbir zaman mutlu bir hâdise değildir ama Paris’deki alçakça cinâyetlerin kurbânı olan üç Hanım netîceten Türk Toplumu’nun öyle her tahrîke, hattâ çok Şeytânî bir tahrîke dahî kolay kolay kapılmayacağı gerçeğini ortaya çıkardı.

Bu bakımdan kendilerini sadece rahmetle değil şükranla da anmamız fenâ olmaz bence!

Şimdi tekrar soruyorum:

Şerden hayır doğar mı?