“Cumhurbaşkanı mı Reis-i Cumhur mu?”

Tayyip Bey önceki günkü konuşmasında “statükoya bekçi seçilmeyeceğini” söylerken çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana Cumhurbaşkanlık makamıyla noterlik makamı arasında pek bir fark yoktur. Arada bir, Ahmet Necdet Sezer döneminde olduğunca anayasa fıtlatılır başbakana ardından borsa dibe çöker, döviz fırlar gider ama zaten borsa ha çöktü ha çökecek, döviz de ha fırladı ha fırlayacaktır. Yani Sezer’in anayasa fırlatma işlemiyle Arşdük Ferdinand’ın Saraybosna’da bir suikaste kurban gitmesi arasında pek bir fark yoktur; her iki eylemde de tükenmişlik beklenenden az-biraz önce teşrif eder!!

Tayyip Bey  Cumhurbaşkanı değil Reis-i Cumhur olacağını söylüyor. Ne fark mı var? Cumhurbaşkanlığı bir tür protokol makamına dönüştürülmüşken Tayyip Beyin seçilmesiyle, makam yürütmenin başı ve TSK’nın Başkomutanlığı katına, yani olması gereken  yere oturacaktır. Örneğin Atatürk döneminde olduğunca. Bunun için anayasa değişikliği gerekir diyenler haklıdır da güçlü irade, kararlılık ve milletin tam güveninin en az anayasa değişikliği kadar önemli olduğunu unutuyorlar. Her türlü katakullinin mübah olduğu, dışarıdan ve içeriden akıllara ziyan oyunların oynandığı, bu ülkeye sür-git rol biçildiği ve bu biçilen rolün sınırlarını bırakın aşmayı zorladığınız an bile başınıza taş yağdırmak için dişlerini bileyen sırtlanların  kuytuda beklediği bir coğrafyada GÜÇLÜ ÖNDER şarttır. Korkmadan,güvenle,  aman-zaman demeden yanı ve ardısıra nice bataklığa dalabildiğiniz an selamete erişmeniz daha kolaydır. Öbür türlü hep seyircisinizdir; hiç bir zaman oyuncu olamazsınız!

Reis-i Cumhurluğa değil de Cumhurbaşkanlığı katına çıkmak isteyen Ekmeleddin İhsanoğlu Beyefendi daha önce o koltuğa oturanların çoğundan pek farklı düşünmediğini söylemleriyle pek güzel anlatıyor. Örneğin “Ortadoğu’da taraf olmamalıyız” diyor. Başka bir deyişle bir dönemin ünlü ABD Dış İşleri Bakanı Harry Kissinger’in verdiği öğütü tutacağını söylüyor. Ne demişti Kissinger? “Türkiye Batı’nın Ortadoğu’daki uzantısıdır. Kendisine verilen görevin dışında herhangi bir eyleme kalkışması fevkalade sakıncalı olur. Hatta kabul edilemez.” Yani Washington’un emir komutasında hareket etmekle görevlendirilmiştir Türkiye. Bağımsızlık, kendi dış siyasetini günün koşullarına göre biçimlendirmek ve uygulamak yasaktır kısacası! Gazze’de çoluk çocuk ateşe verilirken, Suriye yanar, Irak parçalanırken Türkiye’nin Washington’u arayıp “ağabey ne yapmamı istersiniz?” diye sorması gerekir. Talimatı aldıktan sonra da Cumhurbaşkanının “Ortadoğu’da tarafsız olmalıyız” demeciyle 77 milyonu uyutması kendinden beklenendir. Reis-i Cumhursa yangını söndürmenin yollarını Başbakanı ve uzmanlarıyla oturur görüşür, karar alır ve alınan kararı müttefikleriyle paylaşır, destekleyene “eyvallah” köstekleyene de “uğurlar ola” der. Çok basit bir örnek Türkiye’nin son on yılda nereden nereye geldiğinin somut bir göstergesidir. Geleceğine de ışık tutması bakımından önemlidir.  Dönün 2000 yılına. Eğer Irak bu günleri o zaman yaşasaydı, Barzani “Türkiye’ye danışmadan, onayını almadan hiç birşey yapmayız” der miydi sanıyorsunuz? Türkiye’ye herhangi bir şey sorma gereğini bile duymazdı.  Son on yılda Türkiye “ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür...Kürt yoktur Dağ Türk’ü vardır...” diyen bir kafa yapısını bir kenara itip, “biz Türkiyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, Boşnağıyla, Arnavutuyla, Ermenisiyle, Rumuyla, Yahudisiyle, Romanıyla bir milletiz” diyebilme olgunluğuna ulaşma yolunda büyük mesafe almıştır. Kimsenin dinsel inançlarına karışılmadığı, ibadetine, kılığına kıyafetine el uzatılmadığı bir ülke olma yolunda ilerlerken bizim, kusura bakmayın ama bir Reis-i Cumhur seçmemiz gerekiyor dostlar Cumhurbaşkanı değil.