Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve muhalefet

2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri muhalefet partileri için çok önemli bir fırsat sunuyor(du). Şu ana kadar ortaya koydukları performans, bu fırsatı heba edeceklerini gösteriyor. Muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimleri krizi, 2007’den bu yana artık aşikar bir şekilde ortaya çıkan Türkiye siyasi haritasında saklı. Muhalefet açısından bu krizden çıkışın anahtarı da siyasi haritanın değişmesine bağlı.

2014 ve 2015’teki ‘seçim üçlemesinin’ siyasi bir bayrak yarışı olacağı, 2012’nin ortasında Anayasa mahkemesinin cumhurbaşkanlığının süresini belirlemesiyle ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimi, 30 Mart’ı, 17 Aralık aktörlerine teslim eden muhalefet için 2015 öncesi son değişim şansını ifade etmektedir. Zira 30 Mart bir yerel seçim olmaktan çıktığı anda, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en azından birinci turunu da tamamlamış oldu. Muhalefet cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilgisizliğini sürdürmeye devam ederse, seçimde ikinci tura ihtiyaç kalmayabilir. Bu durumda yapılmasına ihtiyaç kalınmayan ikinci tur, muhalefet için, 2015 genel seçimleri sonuçlarına dönüşme potansiyeline sahip olacaktır.

Hal bu olunca muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimlerini varoluşsal bir mesele olarak ele alması beklenir. Lakin tam aksine, her geçen gün kurucu bir siyasetten uzaklaşan, siyasi alanı sık sık terk ederek sokağa meyleden, hatta yoğun bir şekilde siyaset karşıtı bir çizgiye evirilen bir muhalefet görüyoruz. Bu durumun hazin neticesi de cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi fırsatın heba edilmesi oluyor.

***

Gerek CHP gerekse de MHP, anti-Erdoğan retoriğin ötesine geçecek, yeni Türkiye’nin kurucu aktörlerine dönüşecek cesareti gösteremiyorlar. Her seçim yenilgisinin ardından, sorumluluk sahibi bir aktör olarak muhasebe yapmak yerine, sıkıştıkları siyasi coğrafyayı kendileri için konforlu bir habitat haline getirmeyi tercih ediyorlar.

Maalesef bu durum, CHP açısından, Türkiye’nin bazı bölgelerinde ve bazı şehirlerinde var olmasına rağmen, ‘ana muhalefet partisi’ olarak adlandırıldığı sürece büyük bir krize yol açmıyor. Son tahlilde, seçimleri kazanması beklenmeyen bir parti olarak, mağlubiyetten ders çıkaracak bir ahlaki bilinç veya siyasi sorumluluk ihtiyacı da tabii olarak zuhur etmiyor. MHP açısından ise barajı aşarak mecliste yer aldıkları sürece, kendi seçmeninin doğrudan sorunu olmayan hiçbir başlığa ilgi göstermiyor.

Hal bu olunca da Türkiye genelinde bir iddia sahibi olmaktan hızla uzaklaşıyorlar. Hem CHP’li hem de MHP’li elitler, AK Parti gibi bütün demokratikleşme ve hükümet etme sorumluluğunu üzerine almış bir ‘ana karakter’ varken, siyasi sahnede herhangi bir rol alma ihtiyacı hissetmiyorlar. Ayrı bir yazının konusu olan BDP, diğer muhalefet partilerinden ciddi farkları olmakla birlikte, bir sorunun sonucu olarak var olmanın sancılarını Irak benzeri “siyasal abra” rolüyle ortadan kaldırmasının mümkün olmadığı görmesi gerekiyor.

Çünkü böylesi bir sorumluluk alabilmek için, öncelikle bu iki partinin siyasi elitlerinin sahici bir şekilde dönüşmesi, 20. yüzyıla ait ideolojik pozisyonlarını revize etmeleri, ardından da daha büyük bir cesaret göstererek yani konforlu siyasi dünyalarını riske atarak, kendi tabanlarını değişime tabi kılmak üzere ikna etmeleri gerekiyor. İşin daha hazin yanı, mezkur riski almadıkları her gün, AK Parti’nin biraz daha kendisini tahkim etmesine yol açıyor. Bir gün risk alıp dönüşmek istediklerinde, hal yoluyla ve zımnen, seçmene AK Parti’yi adres göstermek durumunda kalacaklarının da pek farkında görünmüyorlar.