Dağdaki çoban belasından kurtulmak istiyorsanız...

Seçimin ertesinde “yazılacakları” ve “söylenecekleri” listelerken, bir eski Türkiye alışkanlığı olan “seçmeni aşağılama” fiilinin bu defa işlenmeyeceğini düşünüyordum.

Trafoya kedi girecekti...

Elektrikler kesilecekti...

Çöp kutularından oy pusulaları çıkacaktı. Bu oylar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilmiş olacaktı...

Eşit bir yarışın yapılmadığı öne sürülecekti...

Erdoğaniçin tüm devlet imkânlarının seferber edildiği söylenecekti, filan...

Bunlar eksiksiz dile getirildi... Erdoğan’ın, yurt gezileriyle, bütün siyasal eğilimleri ve sivil oluşumları “eşit olmayan bir biçimde” (ne demekse artık) bağladığı bile öne sürüldü; bunu yapmak suç ve ayıpmış gibi...

Ne olacaktı yani?

Erdoğan ne yapacaktı?

Farklı ideolojik kesimlerden oy istemeyecek miydi? Sivil toplum oluşumlarıyla kontak kurmayacak mıydı?

Peki, “eşit olmayan bir biçimde” cümlesini kuranların, Erdoğan’a karşı yürüttükleri “cephe siyasetini” nereye koyacağız? 14 partinin desteğini almakla övünüyorlardı. “Pensilvanya da arkamızda, aman ha dualarınızı eksik etmeyin” diye mesajlar gönderiyorlardı...

Bir tek kişiye karşı 14 parti ve sivil oluşum...

Bu mu eşitlik?

Seçim ertesi mazmunlarından biri de, “Biz kazandık, onlar kaybetti” cümlesiydi elbette.

Dostumuz Gürsel Tekin, “Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilen oylar, bizim oylarımızdır. CHP kazandı!” buyurdu.

Devlet Bahçeligeri kalır mı? “Kim ki, Ekmeleddin Bey’e verilen oylar MHP’nin değildir derse...” diyerek, istikbaldeki kardeşler (İttihatçı kardeşler) kavgasının fitilini ateşledi...

İhtimal, derinlerdeki CHP-MHP rekabeti, Erdoğan Köşk’e çıktıktan sonra fiili bir savaşa dönüşecek.

Mülaaneci bir yazar olsaydım, “Beter olsunlar” derdim.

Hiçbir şey demiyorum.

Bekliyorum.

Her seçimden mağlup çıkıyorlar. Daha beteri yok...

Biri de çıktı, 17 Aralık’tan andaç, “Gör bakalım, neler olacak” 
mottosunu tekrarladı...

İyi şeyler olacakmış... Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümsüzlük göyneğini giydiği için bir türlü ölmeyen “Uzun Adam”ın ölümü Ankara’da gerçekleşecekmiş... Çünkü “hesapların üzerinde hesaplar” varmış... Ankara hiçbir yere benzemezmiş. Çok yakın bir zamanda bu sonucun Türkiye için nasıl hayırlı kapılar açacağını hep birlikte görecekmişiz.

Sadece “patolojik hal”le ilişkilendirilebilecek bu değerlendirmeleri bekliyordum. Yanılmadım... Ama doğrudan Türk halkını aşağılayan, Erdoğan’a oy verenleri “cahil oy çoğunluğu” olarak tavsif eden, “önceliğimiz sayısal demokrasi değil, kaliteli demokrasidir” diyen anakronik zihinlerin kafa çıkaracaklarını, kafa çıkaracak yüzü bulacaklarını hiç tahmin etmiyordum.

Erdoğan kaba ve zorba...

Erdoğan’a oy verenler cahil...

Hatta, hanzo...

Bir “hekim-yönetmen” çıktı, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığıyla birlikte oluşan tabloyu “hanzoluk” olarak yorumladı.

Biri de çıktı, “sayısal üstünlüğünüz olabilir ama kaliteli değilsiniz” değerlendirmesinde bulundu.

Memleketteki köylü çoğunluğuyla (dağdaki çobanla) meselesi var bu arkadaşların... Temsili demokrasiden hoşlanmıyorlar. Eski Yunan demokrasilerinde (“doğrudan demokrasi” uygulamasında) vehmettikleri güzelliklerin, “seçkinler tahakkümü”nden başka bir şey olmadığını idrak edemiyorlar.

Daha da acıklısı, demokrasi fikriyatının, bir tür “kalite arayışından” kaynaklandığını sanıyorlar. Böyle düşünenlere“müzelik” nazarla bakıldığının farkında bile değiller.

O halde “kalite”ye yönelelim.

Eski site demokrasilerinde olduğu gibi, köylülere, kadınlara, kölelere, işçilere, düşük gelirli insanlara oy
kullandırmayalım...

Ülkeyi kimin yöneteceğine seçilmiş kişiler karar versin. Cihangir ve Nişantaşı tayfasının da sesi kesilsin.

Denemediğiniz şey değil hani...

Müntehib-i Sani uygulamanız
vardı...

Senato’nuz vardı.

Mebzul miktar vesayet kurumunuz vardı.

Darbeleriniz vardı.

Darbelerin gölgesinde büyüyen aydınlarınız vardı.

Paşaları ikna edin, eski Türkiye’ye dönelim, kaliteli bir demokrasi kuralım ve “dağdaki çoban belasını” defedelim... Olmaz mı?