Darbe ruhu, bürokratik vesayetle yaşatılıyor

Türk demokratikleşme tarihinde önemli bir sorunsal vesayet meselesidir. Vesayet meselesi ise bürokratik oligarşi ile oluşan bir sorundur. Darbelerden sonra kurulan düzenler, vesayet rejimi üretmişler, bürokrasiyi de devletin sahibi ve milli iradenin yönlendiricisi olarak konumlandırmışlardır.

Seçimler bürokratik vesayete halkın müdahalesi olarak algılanmıştır. İktidarların dış politikadaki, ekonomideki ve güvenlik konularındaki yaklaşımları, yerleşik politikadan bir sapma olarak algılanmıştır.

Bürokratik vesayetle Türkiye bir eksene oturtulmuştur. Bürokratik oligarşi küresel sistem içinde Türkiye’ye biçilen rolün uygulayıcısı olmuş, karşılığında sınıfsal çıkar ve nüfuz elde etmiştir.

Milletin devlet ve hükümet yönetimine müdahalesini sağlayan siyaset, hep kötü, sakil ve süfli görülmüştür. Asker/sivil bürokrasi yüceltilirken, siyasetçiler yerden yere vurulmuştur.

Siyaset kurumunu değersizleştirme en çok da vesayet mantığından kurtulamayan siyasetçiler eliyle yapılmıştır. Hatırlanırsa CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu HSYK üyelerinin Meclis tarafından seçilmesi gündeme geldiğinde, üyelerin yakasında parti rozeti mi taşıyacağını söylemişti. Bu yaklaşım, vesayet rejimini üreten çarpık düşüncenin somut bir tezahürüydü.

Tek parti CHP’sinin seçkinci, dayatmacı, buyurgan ruhu bürokrasi üzerinden yaşatılmıştır. Millet adına yetki kullanan organların milletle bağının nasıl kurulacağı belli olmadığından kıymeti kendinden menkul yapılar oluşmuştur.

Dünyanın hiçbir ülkesinde milli iradeyi temsil eden kurumlar (yürütme ve yasama) bu kadar yargı sisteminin dışına itilmemiştir. Örnek gösterilen birçok Avrupa ülkesinde HSYK üyelerini ve yüksek yargı mensuplarını bakanlar kurulu veya Parlamento belirlerken, Türkiye’de Meclis’in veya Meclis içinden çıkan hükümetin üye belirlemesi kötü bir şey olarak lanse edilmiştir. Onlar yapınca demokratikleşme, biz yapınca siyasallaşma olarak tanımlanmıştır.

Kendisini devletin koruyucu olarak gören bürokrasi aslında kendi nüfuzunu ve etkisini korumaya çalışmıştır.

Milleti adam etmeyi misyon edinen bürokrasi modernleşme sürecinin ana aktörü olarak kendisini konumlandırmış, ülkenin kaderini belirlemeyi asli amaç edinmiştir.

Darbe anayasaları iktidarı seçilmiş hükümet ile belirli organlar arasında paylaştırmış, denetim mekanizmaları adı altında bürokrasinin ülke politikalarında söz sahibi olmasının önünü açmıştır. Yasama-yürütme-yargı arasında olması gereken ilişki yanlış şekilde kurgulanmış, seçilmişler ile atanmışlar arasında ülke siyasetini dizayn etmede paydaşlık şeklinde yanlış bir algı oluşturulmuştur.

Milli egemenliği paylaşan bürokrasi, kendisini siyaset kurumunun üretmesi gereken politikaların ana belirleyicisi olarak görmeye başlamıştır. Hukuksal denetim yerini siyasi denetime bırakmıştır. Siyaset yapıcı şeklinde konumlanan kurumlar anti demokratik davranışlar üretmeye başlamıştır.

Anayasa Mahkemesinden Danıştay ve Yargıtay’a kadar yüksek yargının bir kısım kararları ‘yasa koyucu’ görünümü oluşturmuştur. Yerindelik denetimi, hükümet icraatlarını ve politikalarını sorgulayan bir siyasi müdahaleye, hatta zaman zaman siyasi saldırıya kapı açmıştır. Siyaset kurumuna hukuki denetim yapmak yerine siyasi açıdan yön çizilmeye çalışılması demokrasinin gelişimine ağır darbeler vurmuştur.

Özellikle son dönemde görülen hükümete politik ayar verme girişimleri vesayetçi anlayışın yeniden hortlatılmaya başladığını göstermektedir. Oslo hamlesi, açıkça siyasi iktidarın güvenlik politikasına müdahale girişimidir. TIR meselesi, ülkenin Suriye politikasına yönelik bir hamledir. ‘Terör sorununun nasıl çözüleceğine biz karar veririz” diyen vesayetçi anlayış farklı aktörler üzerinden kendisini devam ettirmektedir.

Bürokrasinin siyaset mühendisliğine soyunmasına, siyasi iktidara ayar vermeye çalışmasına, hükümetleri dizayn etmeye kalkışmasına kesinlikle müsamaha gösterilemez.