Dayan Türkiye, kurtuluşa az kaldı!

Olimpiyatlara ev sahipliği konusunu bizdeki gibi adeta bir “milli mesele” haline getirecek ülke yeryüzünde fazla değildir herhalde. Uluslararası başarılara ve itibara karşı bir türlü dinmeyen açlığımız ve hatta ihtirasımız kabul etmek lazım ki milli psikolojimizi yansıtıyor. Kendimizi “yeniden” başkalarına kabul ettirmek istiyoruz galiba. Futbol veya basketbol turnuvalarından Eurovision şarkı yarışmalarına kadar uluslararası nitelik taşıyan bütün “yarışma”larda  gösterdiğimiz olağanın sınırlarını epeyce aşan ölçüde aşırı heyecan ve tutku bununla ilgili olmalı.

İşin bu boyutu daha ziyade sosyologları, sosyal psikologları ve bir de tarihçileri ilgilendiriyor. Ama olimpiyatlar vesilesiyle hepimizi ilgilendiren ve ilgilendirmesi gereken birtakım global sonuçlar da ortaya çıktı. En başta Olimpiyat ev sahipliği yarışı hem gücümüzü ve potansiyellerimizi hem de  zaaflarımızı ölçme ve test etme fırsatı verdi.

Öncelikle “artı”larımıza bakacak olursak... Bir defa Türkiye’nin bu aşamaya kadar gelmiş olması birçok alanda çok kısa sayılabilecek bir zamanda kat etmiş olduğu mesafenin büyüklüğünü gösteriyor. Türkiye on-on beş yıl öncesine kadar böyle bir uluslararası organizasyon düzenlemeye yetecek donanım, imkân ve kabiliyetlere sahip bile değildi. Bugünse hem bunun için yeterli imkânları olan bir ülkeyiz hem de 1996’da İstanbul’da gerçekleşen “Habitat II” kongresinden bu yana irili ufaklı birçok uluslararası organizasyona ev sahipliği yapmış bir ülkenin tecrübe birikimine sahibiz.

Ne tecrübelerimiz dolayısıyla ne organizasyon kabiliyetimiz konusunda ne de ekonomik imkânlarımız itibarıyla hiç kimse bize “Siz bu işi yapamazsınız” diyemiyor ki Türkiye’nin bu “artı”ısının anlamını daha doğrusu bunun niçin “artı” sayılması gerektiğini ancak belirli bir yaşın üzerinde olanlarımız anlayabilir gibi geliyor bana.

Buna mukabil, o kadar çok istediğimiz halde 2020 Olimpiyatlarının ev sahipliğine seçilememiş olduğumuza göre birtakım “eksi”lerimiz de var. Özellikle de imajımızla ilgili... Açık söylemek gerekirse, son dönemde uluslararası bazı meselelerin çözümü konusunda diplomasiye fazla önem vermiyormuş gibi görünmemiz “işbirliğine yatkın” bir ülke olarak görünmemizi zorlaştırmış olabilir.

Gezi olaylarının bu sonuçta önemli bir payı olduğu söyleniyor. Devasa boyutta uluslararası bir organizasyona ev sahipliği yapmak isteyen bir ülkenin sokaklarından, meydanlarından yansıyan çatışma görüntüleri pek iyi bir puan getirmez zaten. Dolayısıyla bunun etkisini göz ardı etmek mümkün değil.

Diğer yandan, Müslüman olduğumuz, Türk olduğumuz için özellikle batı ülkeleri tarafından istenmediğimizi düşünenler de var. Bu yaklaşımda bir doğruluk payı her zaman için vardır. Kültürel temelli tavır alışlar uluslararası ilişkilerde ihmal edilmemesi gereken faktörlerdendir. Ne var ki bu küçük bir faktördür; hatta güncel maddi çıkarların yanında hiçbir şey değildir. Dolayısıyla burada da alaturka alışkanlıklarımızı bırakıp her şeyi siyasi ve kültürel çatışmalara bağlamaktan vaz geçmemiz lazım. Hayatın günlük akışının doğurduğu basit ihtiyaçlar veya sıradan ekonomik gereklilikler çoğu zaman uluslararası konularda etkili hatta belirleyici olabiliyor. Boyuna birileri bir yerlerde bize yönelik komplolar hazırlıyor değil. Öyle olsaydı zaten hayat çok daha zor olurdu bizim için.

Mesela 2020 Olimpiyatlarının ev sahipliğine seçilememiş olmamızı “sınırlarında savaş olan bir ülke” olduğumuz gerçeğini göz ardı ederek açıklayamayız. Ekonomik yapımızın her şeye rağmen Japonya’ya nazaran daha kırılgan görülebileceğini kabul etmek zorundayız.

İspanya elendikten sonra son turda oylarını Japonya’ya çevirdikleri düşünülen Avrupa ülkelerinin bunu Gezi olaylarına tepki, Başbakan Erdoğan’a duydukları öfke veya sadece islamofobik eğilimleri yüzünden değil, basit bir sebepten dolayı yapmış olmaları mümkün. Sözgelimi 2020’nin bir Avrupa şehri yerine Asya’nın öbür ucuna gitmesi halinde bir sonraki 2024 olimpiyatları için şanslarının olabileceğini düşünen ülkeler olabilir...

Demek ki her şeyde olduğu gibi burada da “neden?” sorusunun cevabını komplo teorilerinde değil, hayatın doğal akışının içinde aramak lazım.

Aksi halde, bu hadiseyi “ Tokyo kazandı, Tayyip kaybetti. Artık hiç bir şey bu inişi durduramaz, dayan Türkiye, kurtuluşa az kaldı!” diye yorumlayan kafanın akıl yürütme tarzını benimsemiş olursunuz.