Çocuktum. Rahmetli dedem hemen hemen her sene yazýn sonlarýnda bir kutsal sefere hazýrlýk yapardý. Kaðný arabasýna öküzlerini koþar, arabanýn üzerine de hediye kabilinden bir þeyler koyar ve Bitlis'in bugünlerde Güroymak denilen Norþîn ilçesindeki þeyhini ziyarete giderdi. Günler sonra "Mala Seyda"dan maddi manevi "teberrük"lerle geri dönerdi. Evimizde günlerce "seyda", "hazret", "sofî", "tekke" (tekya), "zikir", "keramet", "tevbe", "medrese", "feqî" (medrese talebesi) gibi sözler yankýlanýr dururdu. Dedem büyük bir þevkle orada þahit olduðu manevi atmosferi her fýrsatta bize ve gelene gidene aktarmaya çalýþýrdý. En çok da "Feqî"lerden bahsederdi ve Kur'an'ý hatmedip köydeki mütevazý medresede Arabî ilimleri öðrenmeye baþlayan bana, "seni oradaki medreseye götüreceðim" derdi. Dedemin bahsederken gözbebeklerinin parlamasýna neden olan bu medreseye gideceðim günleri iple çekiyordum.
Ýlkokul son sýnýftaydým. Dedem bir kez daha gitti þeyhini ziyarete. Döndüðünde, "konuþtum, seni oraya kabul edecekler" dedi, þeyhinin "teberrük" olarak verdiði bir avuç þekeri avucuma boþaltýrken. Asri zamanlarda Harvard'a kabul edilmiþ kadar sevinmiþtim. Dedem de þeyhinin hediye ettiði Bitlis tütününden sardýðý sigarasýndan duman yerine avuç avuç mutluluk çekiyordu içine. Artýk "Feqî" diye çaðýrýlýyordum ev ortamýnda. O yaz dedem vefat etti ve Norþîn medresesinde okuma hayallerim de son buldu.
Bundan beþ altý sene önceydi. Bir gün bir mesaj aldým. Adýyaman Menzil köyüne davet ediyorlardý. Menzil þeyhinin büyük oðlu Seyyid Saki davet ediyordu. Sonradan öðrendim. TRT KURDÎ'de "Zumrûdê Anqa" (Zümrut-ý Anka) adlý bir program yapýyorduk. Programda Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî (Ahmed-ý Hanî), Feqiyê Teyran (Fakiy-ý Teyran) gibi klasik Kürt mutasavvýflarýn yanýnda Seyyid Qedrî Haþimî (Kadri Haþimi), Eliyê Findikî (Aliy-ý Fýndýkî) gibi çaðdaþ mutasavvýflarýn eserlerinden hareketle tasavvuf, irfan, hikmet, felsefe üzerine deðerlendirmeler yapýyor, bu zatlarýn þiirlerini okuyorduk. Seyyid Saki Efendi ve Þeyh'in ailesinin diðer fertleri de programý yakýndan takip ediyorlarmýþ. Misafir etmek, tanýþmak istemiþler.
Dedeminkine benzer kutsal bir yolculuða çýkýyormuþum gibi bir duygu sarmýþtý her yanýmý, uçaða yetiþme telaþý eþliðinde çantamý hazýrlarken. Uçakta yanýmda gazeteci-yazar Ýsmail Kýlýçarslan oturuyordu. O da Menzil'e gidiyordu. Hoþ beþten sonra konu þeyhe baðlý olup olmadýðýna geldi. "Baðlý deðilim, ama ben onlara bir baba borçluyum" dedi. Gözleri buðulanmýþtý. Babasýnýn Menzile baðlanmadan önceki bazý alýþkanlýklarýndan, bundan dolayý evlerinde yaþanan huzursuzluklardan bahsetti. Sonra babasýnýn bir vesileyle Menzil'e gitmesini ve o günden sonra hayatýnýn ve doðal olarak evdeki hayatlarýnýn tümüyle deðiþmesini uzun uzun anlattý. Babasýný geri kazandýran cemaate minnettardý. Daha çok söylence olarak duyduðum bu tür þeyleri bizzat yaþamýþ birinden duymak etkileyiciydi.
Geçenlerde vefat eden Menzil Þeyhi merhum Seyyid Abdulbaki el-Huseynî'yi ilk kez, galiba 1979 yýlýnda Van'ýn Muradiye ilçesinde görmüþtüm. Uzaktan. Çarþýda birkaç seveniyle yürüyordu ve insanlar büyük bir hürmetle elini öpmek için büyük bir kalabalýk oluþturmuþlardý. Yanýmdaki arkadaþým onun Menzil Þeyhi Muhammed Raþid'in kardeþi olduðunu söylemiþti.
12 Eylül darbesinin üzerinden bir veya iki yýl geçmiþti. Yaz tatilinde Mersin'e inþaatta çalýþmaya gitmiþtim. Bir dostum da Mersin'de oturuyordu. Babasý Adana-Mersin bölge vaiziydi. Ona misafir olduðum bir gün "sana bir dosya göstereyim" dedi. Darbeciler Menzil þeyhi Muhammed Raþid'i Gökçeada'ya sürgün etmiþlerdi. Dosyasýný da bilirkiþi olarak arkadaþýmýn babasýna göndermiþlerdi. Sýkýyönetim mahkemesinde Þeyh'e yöneltilen suçlamalar, Þeyh'in verdiði cevaplar yazýyordu dosyada. Ýfadelerin satýr arasýndan derin bir mazlumiyet akýyordu. "Ýnsanlara neden çorba veriyorsunuz?" gibi bir suçlamanýn bile olduðunu hatýrlýyorum.
Menzil'e vardýðýmýz zaman vakit öðleni geçmiþti. Çorba kaynatýlan ocaða gittik ilk olarak. Hüzünlü bir tebessüm konmuþtu dudaklarýma. 12 Eylülün ocaðý sönmüþtü, Menzil'in Çorbasý kaynamaya devam ediyordu.
Ýkindi namazýndan önce Þeyh Abdulbaki efendinin bizimle görüþebileceðini söylediler. Bir süre sonra yeþil cübbesi, beyaz sarýðý, sürmeli gözleriyle Þeyh geldi beklediðimiz odaya. Bir sandalyeye oturdu. Elini öpmemizi istemediðini belirtmiþlerdi. Biz de oturduk yer minderlerine. Sonra benimle Þeyh arasýnda koyu bir sohbet baþladý.
Kürtçe konuþuyorduk. Yýllar önce kendisini Muradiye'de gördüðümü söyledim. Evet dedi, o yýllarda Muradiye'nin Îswêran (yeni adýný bilmiyorum) köyünde medresede okuyordum.
Bizim köyün medresesinde okurken feqîlerin ezber yapmak için gittikleri bir çayýr vardý. Elimizde kitabýmýz bazý metinleri ezberlerken gide gele þerha þerha yol yapmýþtýk çayýrý. Menzil'de akþam bizi feqîlerin ders gördükleri medreseye götürdüler. Ýlk olarak bir büyük salona girdik. Yüz kadar feqî ellerinde kitap, salonun içinde dolaþarak ezber yapýyorlardý, her biri gökteki yörüngesinde yüzen yýldýzlar gibiydiler. Kapýsýnda durdum, gözlerim dolarak onlar arasýnda elinde Ehmedê Xanî'nin "Nûbihara Piçûkan"ýný ezberlemeye çalýþan elli sene önceki çocuk kendimi seyre daldým.
Yatsý namazýndan sonra Üniversitelerin amfilerini andýran bir salonda feqîlere bir konuþma yapmamý istediler. Günümüzde Ýslamî ekollerin, meþreplerin aralarýndaki mesafenin gittikçe açýldýðýný, birbirlerini besledikleri geleneksel kapýlarý yüzlerine kapadýklarýný, aralarýndaki baðlarýn kopmak üzere olduðunu, bu yüzden Ýslamî ekollerin fakirleþtiklerini, sýðlaþtýklarýný söyledim. Menzil'in tasavvuf, irfan membaý tekke olmanýn yanýnda ilim, hikmet kaynaðý medrese olarak da Ýslamî geleneði sürdürdüðünü ekledim.
Þeyh'in yanýndan ayrýlýrken elini yanýndaki þeker tabaðýna koydu, oradan aldýðý þekerleri avucuma boþalttý. Dedemin hayali izliyor gibiydi.
Eve geldiðimde bana verilen Adýyaman tütününü kendime ayýrdým, Þeyh'in "teberrük" olarak verdiði þekerleri de torunum Ýbrahim'in avucuna boþalttým. Dedemin geleneðinin devam ediyor olmasýndan duyduðum mutluluðu avuç avuç içime çektim.