Ýki genç kadýnýn iki ayrý sözü, son günlerde “ortalýðý karýþtýrdý.” Yani öfkeli yorum ve tepkilere hedef oldu.
Bunlardan ilki, mütesettir yazar Esra Elönü’nün Haber Türk ekranlarýnda sarf ettiði “kendimi hiçbir zaman Türk olarak tanýmlamadým, kimliðim sorulduðu zaman asla ‘Türk’üm’ demem” ifadesiydi. Basýnda aktarýldýðýna göre, bu sözler üzerine kanala ve Twitter’a protesto mesajlarý yaðdý.
Diðer tepki uyandýran söz ise, popüler þarkýcý Þevval Sam’ýn “Baþörtüsü benim için bir tekstil parçasýdýr” cümlesiydi. Buna kýzanlar, Sam’a, kendi ifadesiyle, “sosyal linç” uyguladýlar. Hatta bazý konserlerinin iptalini saðladýlar.
Yani hem baþörtülü Esra Elönü hem de baþörtüsünü “tekstil parçasý” sayan Þevval Sam, “sen nasýl böyle konuþursun” diyenlerin hýþmýna uðradý. Türkiye’deki resmi ideolojiyle ya da toplumsaldeðerlerle çeliþik bir þeyler söyleyen hemen herkesin uðradýðý gibi...
Türklük ve tesettür
Bu konuda yorum yapmadan önce þunu söyleyeyim: Ne Esra Elönü ne de Þevval Sam gibi düþünüyorum.
Yani, Esra Elönü’den farklý olarak, ben kendimi Türk hissediyor ve Türk olarak tanýmlýyorum.
Þevval Sam’dan farklý olarak da, baþörtüsünü bir “tekstil parçasý” deðil, saygýn bir dini kýyafet ve sembol olarak görüyorum. (Dinen hiç gerekli saymadýðým “peçe”yi bile öyle görüyor, çünkü onu dinen gerekli görerek takan dindarlarýn dindarlýk duygusunu paylaþýyor ve saygýdeðer buluyorum.)
Ancak hem Esra Elönü’nün hem de Þevval Sam’ýn ifade özgürlüklerinin yanýnda, onlara yönelik öfkeli tepkilerin de karþýsýndayým.
Çünkü, ben Türküm, ama kimse kendini öyle hissetmek ve tanýmlamak zorunda deðildir. Bu düþünce ve hissiyatýný ifade etti diye kýnanmasý da haksýz ve anlamsýzdýr.
Ayný þekilde, seküler (din-dýþý) bir dünya görüþü içinden konuþtuðu anlaþýlan Þevval Sam’ýn da baþörtüsüne kutsallýk atfetmemesi, son derece normaldir. Ortodoks Yahudilerce kutsal sayýlan “dua kayýþý”nýn bizler için bir “deri parçasý”ndan farklý bir þey olmayacaðý gibi...
Ha, diyebilirsiniz ki, Þevval Sam “toplumsal hassasiyetleri” gözetse, daha saygýlý bir tonda konuþsaydý, daha hoþ, daha nazik dururdu.
Evet dururdu... Ama bu ekstra nezaketi göstermedi diye insanlara “sosyal linç” uygulayamazsýnýz.
Herkese “toplumsal hassasiyetleri gözetme” baskýsý yaptýðýnýz bir toplumda da, ne özgürlük yeþertebilirsiniz ne de demokrasi.
Milli hasletimiz
Aslýnda meselenin özünde toplumumuzun “deðer dayatma meraký” yatýyor. Bu öylesine “milli” bir alýþkanlýk ki, kesim ayýrdetmiyor. Kemalistinden milliyetçisine, solcusundan muhafazakarýna kadar farklý tonlarda da olsa her kesimde temayüz ediyor.
Burada görülmesi gereken en kritik nokta ise, deðer dayatanlarýn aslýnda o deðere hizmet etmedikleri... Tam tersine zarar verdikleri...
Çünkü deðeri kendisine dayattýðýnýz insanlar, ona aþýk filan olmuyor. Aksine, ya ona karþý daha sert muhalefete geçiyor ya da mecburen sussalar da içten içe diþ biliyorlar.
On yýllarca “ne mutlu Türküm diyene” diye zorla baðýrtýlan, sonra da Diyarbakýr Cezaevi’nde iþkence altýnda marþ söyletilenlerin, “ulan size de, Türklüðünüze de” diyerek daða çýkmasý örneðinde olduðu gibi.
Benzer bir þekilde, eðer kamu gücünü giderek daha fazla elde eden muhafazakarlar, kendi deðerlerini dayatma yoluna gider ya da en azýndan böyle bir algýya sebep olurlarsa, o deðerlere hizmet etmez, sadece zarar verirler.
Eðer inandýklarý deðerlere gerçekten hizmet etmek istiyorlarsa, yapmalarý gereken, o deðerlerden yola çýkarak evrensel erdemler üretmek ve bu yolla diðer insanlarýn saygýsýný ve gýptasýný kazanmaktýr.
O insanlarý yýldýrmaya ve sindirmeye çalýþmak deðil.