Demokrasiden vaz mı geçelim?

Başbakan Erdoğan’la Türkmenistan yolundaydık, ABD Başkanı Obama’nın Mısır’la ilgili cılız açıklaması ajanslara düştüğünde. Başbakan’a Obama’nın açıklaması sizce yeterli mi diye sordum. “Hayır, ben daha güçlü bir tavır bekliyordum” dedi.

Mısır’la ilgili girişimlerini de anlattı bu arada. Tek tek hem Batılı ülke liderleriyle görüştüğünü hem de İslam dünyası liderleriyle...

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de toplandı toplanmasına ama sonuç kocaman bir hiç! Dostlar alışverişte görsün kabilinden bir toplantı, yarım ağız bir kınama...

Türkiye’nin Mısır ve Suriye konularındaki tavrı ise hep ilkesel oldu. Günün sonunda hesabı verilebilir bir tavır sergiledi Türkiye; hem halklar hem de Hak indinde.

Fakat bu süreç, tam da artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediğimiz bir evrede rüzgarın yönünün değiştiğini gösterdi bize. “Demokrasinin ana vatanı” bildiğimiz Batı’nın Ortadoğu’ya bakışında fabrika ayarlarına geri döndüğünü gördük.

Türkiye’nin ilkesel duruşu Batı’nın tutarsızlığına da ayna tutmuş oldu. Suriye’deki tavrından dolayı Türkiye’yi destekleyen Batılı aktörler Türkiye’nin Mısır’ın iç işlerine karıştığını falan söyledi.

Suriye Türkiye’nin sınır komşusu evet, ama Mısır da Türkiye için tarihi, kültürel, bölgesel bağlarının çok güçlü olduğu bir komşu ülke. Türkiye Suriye’de nasıl bir tavır takındıysa Mısır’da da özde aynısını yaptı.

Sandık değilse silah mı?

Mısır’daki katliamı bir Habil Kabil hikayesi olarak da okuyabiliriz; ama şu yanılgıya düşmemek gerek: Habil ile Kabil’in kardeşliği bahsi “hak ve batılın kardeşliği”nden öte bir kardeşlik değildir. Bu sembolizm bizi “Müslümanların birbirini boğazlaması”, “İsrail’in bile Filistin’e bunu yapmadı” noktasına getirdiği anda başka bir açıklama modeline geçmiş oluyoruz.

Kabahati başkasında aramayalım, demek belki bu. Ama meseleyi “Müslüman’ın Müslüman’a yaptığı” şeklinde daralttığımızda “bize her şey müstahak” demeye başlarız ki bu da çıkışın olmadığı bir labirente taşır bizi.

BM gibi uluslararası kuruluşların mevcut yapılarıyla hak ve adalete değil zulme arka çıkmaları bu yapıların kökten düşmanlaştırılması sonucunu da doğurmamalı. Zira içinden geçtiğimiz süreç, Robert Fisk’in tespitinin haklılaşması için: “Müslümanlar bir daha seçim sandığına güvenmesin, uluslararası kurumlara güvenmesin, demokrasiye iyi gözle bakmasın.

Tam da bunun için, yerli ve yabancı “demokrasi mahfilleri” parmakları klavyelerinde sabırsızlıkla bekliyorlar, ilk kurşunun atılacağı anı.

Her şey o zaman daha kolay olacak.

Darbe ve katliamları fatura etmek için şeytanlaştırılmış bir İhvan fotoğrafı çizilecek.

Tıpkı Filistin’de Hamas’a yapılan gibi.

Mızrak çuvala sığmıyor!

Batı yarım ağız bir kınama ile “kendiniz ettiniz kendiniz buldunuz” deme şansını da korumuş oluyor. Habil ve Kabil hikayesi yani!

Fakat mızrak çuvala sığmıyor. Demokrasinin kategorik olarak Batılı bir kavram olduğu savını Batı kendisi çürütüyor.

“Demokrasinin Batılılığı”nın tarihsel olduğu anlaşıldı. Artık yeni bir döneme giriyoruz.

Bu öyle zannedildiği gibi İslam toplumlarının demokrasiden vazgeçeceği bir dönem olmayacak. Bu yeni evrede demokrasinin Doğulu bir kavram olarak tezahür ettiğini göreceğiz.

Habil de onların Kabil de, yesinler birbirlerini” diyerek içten içe sevinenler, ya da “İsrail Filistin’e yapmadı bunu” diyerek, Mısır’da yaşananı bir iç savaş olarak görenler, resmin tamamının görülmesini istemiyorlar.

Mısır’daki darbe İslami siyasal aktörlerin demokrasi ve sandık deneyimlerine vurulmuş bir darbedir. Ama zannedilenin aksine, bundan böyle Müslümanlar demokrasi ve sandığa daha çok güveneceklerdir.