Bunlar Irak ve Sûriye.
Bu iki ülke Birinci Cihan Harbi (1914-1918) sonuna kadar Osmanlý Ýmparatorluðu’nun mümtaz parçalarýndan bir bölümünü oluþturuyorlardý. Ama aslýnda Lübnan da buna, Sûriye’ye, dâhildi.
Devletler hukûkunda “Osmanlý Millet Sistemi” adlý bir kavram vardýr. Burada “millet” kelimesi aynen kullanýlýr. Meselâ “das Osmanische Millet-System” yâhut “the OttomanSystem of millet” gibi...
Bu sistemin esâsý ülkede bulunan ve “millet” diye adlandýrýlan bütün kavimlerin, coðrâfî olarak nerede otururlarsa otursunlar, o “millet” mensublarý olarak ayný haklara sâhib olmalarýdýr. Yâni bir þahýs meselâ “Sýrb Milleti”nden ise, gidip Beyrut’da da yaþasa Sýrb Milleti’ne tanýnmýþ haklardan yararlanýyordu. Meselâ mahkemelik bir iþi olursa o konuda Bâb-ý Âlî’nin Sýrbistan için geçerli kýldýðý yasalara göre yargýlanýyordu. Ýki “millet” mensûbu mahkemelik olursa o zaman Türklerin koyduðu “üst hukuk” kurallarý devreye giriyordu. Buradaki “millet” kelimesi modern “nation” karþýlýðý deðil, “ümmet” karþýlýðý idi.
Osmanlý idâresinin 600 küsur yýl ayakda kalabilmesine sebeb, diðerleri meyânýnda, bu esneklik olmuþdur.Türk idâresi sona erdikden sonra bu bölgenin bir türlü huzûra kavuþamamýþ olmasýnda en önemli âmil bu sistemin “kasden” bozulmasýdýr! Ýngilizler ve Fransýzlar böylece (kendi yaratdýklarý bir kavgada!) “sulh hâkimi” rolünü oynamak istiyorlardý. Oysa aslýnda “sanýk sandalyesi”nde oturmalarý gerekirdi. Çünki hem Lübnan hem Sûriye ve hem de Irak’da mütemâdiyen azýnlýk konumunda bulunan etnik veyâ dînî gruplarý yönetim pozisyonuna getirerek sürtüþme çýkarmýþlardýr.
2013 Yýlý bu sürekli sürtüþmelerin bir bakýma son safhaya varmasý ve Irak’la Sûriye’de kuzey bölgelerinde kopma olaylarýnýn gerçekleþdiði zaman dilimi olabilir.
Buralarda Kürd ve Türk kökenli nüfus çoðunlukda olduðu için ayrýlan bölgeler güvenliklerini Türkiye’ye yakýnlaþmakda bulacaklardýr.
Böyle bir yakýnlaþmanýn hangi dereceye varacaðýný ise peþînen tahmîn etmek zordur.
Irak ve Sûriye merkezî hükûmetlerinin bu geliþmeye “þiddetle” karþý koymalarý hâlinde sözkonusu “yakýnlaþma” bir “bütünleþme”ye de dönebilir.
Aslýnda heriki kesim de artý-eksi “Mîsâk-ý Millî” sýnýrlarý içinde bulunduðundan Ankara, isterse, bu “eski defter”i de açma imkânýna sâhibdir.
Ancak bölgede gerek ekonomik ve gerekse stratejik hayâtî çýkarlarý bulunduðunu düþünen Rusya (Tartus Limaný) ve ABD ile AB böyle bir geliþmeye nasýl bakarlar suali biraz çetrefildir.
Elbet bütün bu tahmînî geliþmeler çok daha uzun bir zaman kesimine yayýlabilir. Ayrýca hâlihazýrdaki durum ile benim aþýrý deðiþim ihtimâli üzerine târif etdiðim durum arasýnda bir dizi “ara deðiþim” ihtimâl ve imkâný da vardýr.
Fakat öyle veyâ böyle, yakýn gelecek güneyimizde mutlakâ yoðun dikkatimizi gerektirecek geliþmelere gebe sanýyorum.
Son olarak bir de þu soru var:
Türkiye bu geliþmelere sevinmeli mi yerinmeli, en azýndan tedirgin mi olmalý?
Kuzey Irak ve Kuzey Sûriye’nin tabii sýnýrlarýmýz dâhilinde olduðunu ve Lausanne Barýþ Andlaþmasý’nda pek çok tâviz vermek zorunda kaldýðýmýz bilinen bir gerçekdir. Hattâ Hatay’ý bile ancak yýllar sonra bin türlü zahmet ve meþakkatle kurtarabildiðimiz
de bilinir. O bakýmdan Kuzey Irak ve Kuzey Sûriye’in Türkiye ile bütünleþmesine bir tür “ihqâq-ý haq” (hakkýn yerine getirilmesi) olarak bakmamýz mümkindir.
Öte yandan “Deve var bir akça, deve var bin akça!” darb-ý meselini de hiç unutmamamýz yararlý olur kanaatindeyim. Hele Arablardan bahsediyorsak!!!
Yâni astarý yüzünden pahalýya mý mâlolur suali de var ki bu ayrý bir yazýnýn konusu.