Devlet, şiddet ve meşruiyet

1 Mayıs’ta Taksim’e girmek için polisle çatışan sol gruplar “hak mücadelesi” vermiyor muydu?

Eğer bu gruplara karşıysak, o zaman niçin Özgür Suriye Ordusu’na destek veriyoruz?

Sünnilere destek, solculara lanet” mi diyoruz? İki yüzlülük değil mi bu?..

Şu aralar Twitter, bu soruları soran, hatta bu sorular üzerinden hakaretler savuran öfkeli yorumcularla dolu.

Bu nedenle, kendi adıma, “haklı şiddet / haksız şiddet” ayrımını neye göre yaptığımı açıklamakta fayda görüyorum.

Devlet ve karşıtları

Evvela şunu belirteyim: Türkiye bir çifte standartlar ülkesidir ve hiçbir siyasi cenah bu problemden tümüyle âri değildir.

Konu şiddet olduğunda ise bence sağ ve sol cenahlarda iki zıt tarafgirlik ortaya çıkar.

Milliyetçi sağ içindeki kimi zihinler, devleti kutsadıkları için, devlet şiddetinin her türlüsünü mazur görme eğilimindedir. Örneğin polis ideolojik gruplara karşı aşırı güç mü kullandı? Bu zihinlere göre, bu gruplar “kaşınmış” ve “hak etmiş”tir zaten bunu.

(Tabii “milliyetçi sağ” dedik diye bunu illa merkez sağ veya MHP diye okumayın: En “sağ” tutumlar bazen CHP’den gelir. Özellikle de 1925-50 arasındaki CHP diktasının şiddeti söz konusu olduğunda.)

Fakat dediğim gibi, tarafgirlik sadece sağda değil solda da vardır; ama tam zıt yönde. Çünkü burada kutsanan devlet değil, devlet karşıtlarıdır. “Ezilen taraf” mutlaka haklı sayıldığı için, sol terör örgütlerinin veya PKK’nın şiddeti hep meşru görülür, tüm suç devlete yıkılır.

Bu sol ezber, bir yerde polis-gösterici çatışması gördüğünde, mutlaka göstericileri haklı bulur mesela. Bu göstericilerin polise taş fırlatması, sapanla bilye atması, molotof savurması, umursanmaz.

Oysa bence her olayda peşinen devleti veya devlet-karşıtlarını haklı görmek yerine, olayın kendisine bakmak gerekir. Türkiye’de öldüresiye adam döven, işkence yapan polisler olduğu gibi, köşeye kıstırdıkları polisleri linç eden militan “göstericiler” de vardır çünkü.

İsyan ve demokrasi

Gelelim daha da çetrefilli bir konuya: Devlete karşı isyan hakkına.

Benim bu konudaki ilkem şudur: Devletler, hak ve hürriyetlere saygı gösterdikleri oranda meşrudur. Kendi vatandaşlarına karşı toplu cinayetler işleyen, onların can, mal ve ırzlarına saldıran bir devlet ise tümüyle gayrı-meşru hale gelir ve bu devlete karşı “silahlı mücadele hakkı” doğar.

Bugün Suriye’deki durum tam da budur: Rejim, kendi vatandaşlarını sistematik olarak katliamdan geçirmektedir. Dolayısıyla bu rejime karşı silahlı mücadele, sivilleri hedef almadıkça, meşrudur.

Türkiye ise, tüm demokrasi eksikliklerine rağmen, hiçbir zaman Suriye’deki totaliter katliam makinası gibi olmamıştır. (Bir istisna, CHP diktasının 1937-38 yıllarında Dersim ahalisine karşı yürüttüğü katliamdır; orada meşru silahlı direniş hakkı vardı bence.)

Hele de bugünün Türkiyesi, çok-partili hayatın sürdüğü, sivil toplumun geliştiği, dört bir tarafında muhalif mitinglerin yapıldığı, 1 Mayısların kutlandığı bir Türkiye’dir. İşte bu Türkiye’de, “kazı” gibi mâkul bir gerekçeyle geçici olarak kapatılan Taksim’e zorla girmek için polisle çatışanlar, “hak arayanlar” değil, polisle çatışmak için bahane arayanlardır.

Bu çatışmacılara hararetle destek veren solcular ise, demokratik ortamda bile “haklı şiddet” zemini görmekteler ki, kendileriyle işte burada ayrışıyoruz.

Halil Berktay, “çoğu solcunun şiddete ilişkin açık-örtük, bilinçli-bilinçsiz romantizm ve yanılsamalarını” eleştirirken, işte bunu kast ediyor. Çok partili sistemin işlediği Türkiye’de bile silaha sarılan Deniz Gezmiş’lerden bugüne gelen bir gelenek çünkü burada. Mariz bir gelenek...