Bir zamandýr bir “tiyatro gerilimi” sürüyor. Meselenin çýkýþý, Ýstanbul Belediyesi’nin kendine baðlý olan Þehir Tiyatrosu’nun repertuarýný belirlemek için iki bürokrat atamasý. Yani, bir anlamda, “tiyatroda hangi oyunlar sahneleneceðine ben karar veririm” demesi.
Buna karþý geliþen bir “sanatçý tepkisi” var. Bir dizi tiyatrocu, mealen, “nasýl olur da hangi oyunun sergileneceðine karýþýrsýnýz” diye belediyeye kýzýyor. Türkiye’nin giderek “muhafazakarlaþtýrýlmasý”ndan yakýnýp sýranýn sanata geldiði uyarýlarý yapýyorlar.
Peki bu tablodaki sorun nedir sizce?
Muhafazakar deðerleri her alana dayatmakla eleþtirilen “seçilmiþler” mi?
Yoksa muhafazakar çevrelerce “milletin deðerlerinden kopuk olmakla” eleþtirilen Batýlýlaþmýþ sanatçýlar mý?
Herkes kendi meþrebine göre bir cevap verebilir. Benim cevabým ise þu:
Asýl sorun, devletin (bu örnekte belediyenin) “tiyatro” sahibi olmasý. Bu, kaçýnýlmaz olarak, sanatý “siyasi irade”nin kontrolü altýna sokuyor. Eski siyasi iradeden rahatsýz olmadýklarý için bu durumu “normal” kabul edenler ise, yeni siyasi iradenin tercihleri karþýsýnda þaþýrýp kýzýyorlar.
Devletin sanatý
Meselenin özü, Kemalist Cumhuriyet’in toplum mühendisliðinde yatýyor, kuþkusuz. Toplumu devlet eliyle Batýlýlaþtýrmaya karar veren bu rejim, tiyatro, opera ve bale gibi sanatlarý bu açýdan “stratejik” gördü ve destekledi. (Ebruyu, hat sanatýný yahut “orta oyunu”nu destekleyecek deðildi ya!)
Bunun sonucunda, dünyada daha ziyade komünist ülkelerde görülen “devlet sanatçýsý” kavramý ortaya çýktý. Bu “devlet sanatçýlarý”nýn çoðu da, velinimetleri olan rejimi sevdiler, benimsediler.
Gelgelelim, Türkiye’nin demokratikleþmesi ve bu demokratikleþmeye takoz koyan darbeler devrinin geçmesi, “devlet”in niteliðini giderek deðiþtiriyor. Eskiden azýnlýk ideolojisini taþýyan “atanmýþlar”ca yönetilen Cumhuriyet, giderek muhafazakar çoðunluðun temsilcisi olan “seçilmiþ”lerin eline geçiyor.
Bu “devir teslim”in nice örneðini gördük son yýllarda, YÖK’ten tutun da Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na dek. Bu kurumlarýn eski hallerinden memnun olanlar da “Cumhuriyet elden gidiyor” diye vaveyla ettiler.
Ama hiçbir “ilke”ye dayanmayan bu þikayetlere karþý, “Eee, siz de ideolojik devlet kurmasaydýnýz kardeþim, kendiniz ettiniz, kendiniz buldunuz” demek mümkündü. Nitekim bazý muhafazakarlar galiba öyle deme eðilimindeler.
Ancak muhafazakarlar açýsýndan doðru olan tutum bu mudur, yani devletin ideolojik aygýtlarýný sahiplenip kendi kullanýmlarýna açmak mýdýr, yoksa devleti küçültmek ve ideolojisizleþtirmek mi, bunu dürüstçe tartýþmak lazým.
Devletin laneti
Ben, kuþkusuz, ikinci seçenekten yanayým. Yani daha küçük ve daha ideolojisiz bir devlet istiyorum.
Tiyatro konusunda, örneðin, “Devletin sinemasý yoksa tiyatrosu da olmamalý” diyen Cumhurbaþkanlýðý Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa Ýsen’e katýlýyorum. Tiyatro, “piyasa”ya ve özel vakýflarýn desteðine býrakýlmalý.
Muhafazakarlar da, kendi deðerlerini devlet eliyle güçlendirmeye çalýþmak yerine, “piyasa” içinde ve sivil toplum düzeyinde çalýþmalý.
Neden mi?
Çünkü aksi halde, “bir otoriterlik gitti, öteki otoriterlik geldi” eleþtirileri doðrulanmýþ olur. Tarihe öyle geçilir.
Dahasý, devletin otoritesine yaslanmak, her dünya görüþüne yaptýðý etkiyi muhafazakarlýða da yapar: Onu fakirleþtirir ve donuklaþtýrýr.
Çünkü bir dünya görüþünü geliþtiren þey, rakipleriyle yarýþmak, rekabet etmek ve bu süreç içinde kendini daha rafine kýlmaktýr.
Rekabetten kaçýp devlete yaslananlarýn varacaklarý düzey ise, bugün Kemalistlerin vardýðý düzeyden pek farklý olmaz.