Dilinin altında ne var senin?

İnsanlar “korunaklı” alanlarda düşüncelerini dile getiriyor; bu genel geçer doğru, sadece belli bir siyasal grubun ya da aidiyetin refleksine işaret etmiyor.

Neredeyse bütün gruplar için geçerlidir bu.

Hem hayatımızı bir “siyasal fikriyat”ın “tanımlanmış” sınırları içinde kuruyoruz ve bunun konforunu yaşıyoruz, hem de düşüncelerimizi ait olduğumuz grubun ideolojik çerçevesiyle sınırlıyoruz.

Bazen buna mecbur kalıyoruz...

Saldırı altında olduğunu düşünen insanların (grupların, hatta ülkelerin) doğal refleksidir bu: Kendi içine, kendi “doğrularına” kapanmak ve ait olduğu alanı savunmak. (Buna, duruma ya da saldırının cinsine göre “millî mücadele” de deniyor.)

Bunu “nakısa” sayan bir aydın tutumu var:

Kendi dünyası, kendi ideolojik çerçevesi içinde bakan ve ötekinin “korunma” refleksini istihfafla karşılayan, daha doğrusu bu refleksi kriminalize etmeye çalışan bir aydın tutumu...

Mesela, bir dönem, “çözüm süreci”ni savunmuşsunuzdur, terör örgütüyle masa başında yürütülecek müzakerenin “terör”ü ortadan kaldıracağına inanmışsınızdır ya da inandırılmışsınızdır; karşı taraftan böyle inanmanızı sağlayan güvenceler verildiği için de, uzunca bir süre bu düşüncenizde sebat etmişsinizdir.

Bunu “ihanet” terimleriyle yargılayanlar çıkacaktır.

Nitekim çıkmıştır.

Bir terör örgütüyle müzakerenin “vatan hainliği” olduğunu iddia eden sert bildiriler yayınlanmıştır ve siyaseti, bir dönem, birbirini nakzeden iki görüş belirlemiştir.

Peki, meselelerinizi “müzakere”yle halledeceğiniz ortamdan uzaklaştığınızda, yani öyle düşünmenizi sağlayan güvenceler ortadan kaldırıldığında ne yaparsınız? Eski düşüncenizi revize edersiniz; “Bu iş müzakereyle olmuyor, bu şartlarda çözüm sürecinde ısrar etmenin bir anlamı yok” düşüncesine varırsınız ve meselenin “güvenlik” boyutunu öne çıkarırsınız.

Bu bir “çelişki”ye işaret etmez.

Sizi öyle düşündürten saikle, böyle düşündürten saik arasıda bir fark yoktur.

İstediğiniz, bir “mesele”nin hallolmasıdır.

Öyle olmuyordur, bir kez de böylesini denersiniz.

Hayır, öyle değilmiş, “hükümet yanlısı kalemler”, hayati konularda (PKK terörü, Batı’yla ilişkiler, FETÖ’yle mücadele gibi hayati konularda), ait oldukları ideolojik grubun “tanımlanmış” sınırları içinde konuşuyorlarmış ve cemaat refleksi gösteriyorlarmış. Bu da, onları, karşıt düşünceler konusunda “tahammülsüz” hale getiriyormuş.

Batı’yla ilişkilerde de böyleymiş...

İnsanlığın sınadığı ve sonsuz yararlarını gördüğü Batı kurumları karşısında da (örneğin bize “demokrasi” ve “sınırsız özgürlük” getirecek “AB” gibi kurumlar karşısında da) grup ve cemaat refleksi gösteriyormuş ve ona göre bir “zihniyet inşasına” girişiyorlarmış.

Ne olacaktı?

Daha doğrusu, ne yapacaktınız?

Sizi ve “seçilmiş” yöneticilerinizi öldürmeye kalkışan Batı’ya karşı (evet, “öldürmeye kalkışan”; çünkü 15 Temmuz, bize değerler armağan etmiş Batı’nın önemli kurumları tarafından organize edilmiştir) “alttan alan” bir politika izleyecektiniz ve kendi içinize, kendi ideolojik doğrularınıza kapanmayacaktınız. Bir diğer ifadeyle, ait olduğunuz alanı (özgürlük alanlarınızı) savunmayacaktınız.

Kapalı konuştuğumun farkındayım.

Daha açık nasıl söylenir, bilemiyorum...

Bir de şöyle ifade edeyim:

Mayıs 2016’da Başbakan değişmeseydi Batı’nın saldırısıyla karşılaşmayacaktık ve kendi düşüncelerimize kapanmak zorunda kalmayacaktık. Süfli bir ülkenin “özgür” (!) vatandaşları olarak hayatımıza devam edecektik!