Dinsizlere ve îman sâhiblerine dâir

İnsanlık târihinde “Tanrı” kadar sûiistismâle uğramış başka kelime/kavram yokdur sanıyorum. Haçlı Şövalyeler Müslümanları boğazlarken “Deus lo vult!” diye nâra atıyorlardı; Tanrı böyle istiyor! 

Ama Hıristiyanları kılıçdan geçiren Müslümanlar da bunu “Bi-ismi-llâhi” yapmakdaydılar; Allah nâmına!

Eğer Yüce Tanrı’ya beşerî bir vasıf izâfe etmek mümkin olaydı O’nun bundan dolayı en fazla ızdırab çeken taraf olduğunu ileri sürmek muhtemelen yanlış sayılamazdı.

Sonra İnsanoğlu, ayıbdır söylemesi, “aydınlandı”!

Böyle ilkelce davranışların artık geride kaldığına, insanların, kendi vicdanlarının gösterdiği doğrultuda davranabileceklerine, hattâ isterlerse, Tanrıya inanmamakta da serbest oldukları hükmetdi.

Bu iyi bir gelişmeydi, zîrâ zorlayarak, eziyet ederek, ölümle korkutarak ve yine hattâ “gerekirse” öldürmekten de geri kalmayarak insanları herhangi bir inanca zorlamak, netîceten onların takıyya yapmalarına da yolaçan bir metoddu.

Hançeri gırtlağına dayadınız mı her insana can korkusuyla istediğiniz herhangi bir şeyi söyletmek elbet imkân dâhilindeydi ama bunun kime ne hayrı vardı ki?

Ancak samîmiyetle söylenen sözlerin bir değeri olabilirdi.

Bu bakımdan 19. Yy.’ın beşeriyet için nisbeten mutlu bir zaman dilimi olduğu söylenebilir.

Üstelik bu asır, daha önce de birkaç kere belirtdiğim üzere, modern çağların “En Uzun Yüzyılı” olarak da anılmayı hakeder, çünki “karakteristikaları açısından” 1789 “Büyük Fransız İhtilâli” ile başlayarak Birinci Ciham Harbi’nin bitiş târihi olan 1918’e kadar tam 129 sene sürmüşdür.

Hazır açılmışken; yine karakteristikalar bağlamında “En Kısa Yüzyıl” ise 20. Asır’dır; çünki 1918’de başlamış ve Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989’da o da -politik ve sosyolojik olarak- sona ermişdir. Başka bir deyişle 20. Yy. Topu topu 71 yıl sürmüşdür.

Bundan sonra dünyâ “pratiquement” artık 21. Yüzyıl’dadır.

Yâhu, biz bu lakırdıyı nereye toslatacakdık?

Hâ, evet, 19. Asır beşeriyet için, en azından devrin gelişkin ülkelerinde, bir “fikri hür, vicdânı hür, elfâzı hür” ferdler çağı oldu.

1918’den îtibâren ise bu “konfortabl” devrin hızla kaybolmaya başladığını müşâhade ediyoruz.

Zorlayıcı ve tektipleşdirici fikir akımları, Leninizm ve Faşizm, bütün ufak tefek farklı modelleriyle insanlığın başına belâ olarak onu neredeyse bedenen yeryüzünden silme eğilimi gösterdiler.

Birinci Cihan Harbi’nde toplam 50 milyon asker ve sivil hayâtını kaybetdi ve bir 50 milyonu da yaralandı ve kısmen ömür boyu sakat kaldı.

İkinci Büyük Savaş’da ölenlerin sayısı ise 75 milyon oldu. Yaralanıp kısmen de ömür boyu sakat kalanların sayısı 100 milyonu aşkın oldu.

1945’den sonra beşeriyet tekrar “bir daha savaş aslâ!” andını içerek îman tâzeledi.

Lâkin bir kumar hastası yâhut aşırı bir alkolik misâli eski huyundan vazgeçmeyeceğini âdetâ kanıtlamak istercesine davranıyor.

Bunun sonu tekrar bir genel savaşa varır mı ve varırsa ne olur bilemem; zâten doğrusu pek bilmek de istemiyorum.

Bildiğim; fikir ve inanç özgürlüklerinin de tedrîcen şiddetlenen bir taarruza uğramakda olduğudur.

Yüce Allah adına (!) ve üstelik dönen kameralar önünde mâsum insanların kafalarını kör bıçaklarla kesmeler, kadınlara karşı gitgide artan edebsizlikler ve daha nice “hortlak” davranış biçimi, çoğulcu demokratik yaşama prensiplerine inanan ve bağlanmış “çoğunluk” için birer alarm düdüğü anlamı taşımalıdır. 

Yoksa bir gün ansızın o çoğulcu yaşama prensiplerine bağlı “çoğunluk” -sayıca hâlâ öyle bile olsa- kendini o Allah adına Allah kavramının ırzına geçen nâmussuzların elinde tutsak bulabilir!

Şunu da aslâ akıldan çıkarmamakda fayda vardır:

Gözünü taassub bürümüş yaratıklarla, onlara saygı göstererek ve kendilerine adam muâmelesi çekerek başedemezsiniz!

Anladıkları yegâne dil, yasaların zerre kadar dışına çıkdıkları an yine aynı yasaların kırbacını acımasızca suratlarına yiyeceklerini anlatmakdır ki bu da lafla ve yargıçlarla savcıların, küçük bir bölümü dahî, onlarla işbirliği etdiği sürece imkânsızdır.

Dinsizin hakkından îmansız gelir sözü ancak belirli durumlar için doğrudur.

Burada ise dinsizin hakkından gelebilecek yegâne güç îman sâhiblerininkidir!

Fakat “îman” yalnızca dînî bir kavram değildir.

Tıpkı bir husûsa “inanmak” da ille dînî bağlamda inanmak değildir.

Bana ders vermeye yeltenen birtakım gerzeklerin dikkatine...