Dış mihrak ve ‘yerli’ lobi

Türkiye’nin yüzyılı aşkın süredir devam eden transformasyon ve normalleşme sancıları, birçok farklı dinamiğin etrafında dönmekle beraber, başka başkentlerin süreçlere müdahil olması da önemli bir unsur olarak hep var olageldi. Gülen Grubu’nun Amerikan Kongresini harekete geçirecek düzeyde bir lobi unsuruna dönüşmesi; küresel gündemi etkileme gücüne sahip bir gazetede Türkiye’yi ihbar eden yazılar yayımlamasıyla farklı bir tonda yeni bir ‘dış mihrak’ tartışmasına vesile oldu. 

Öncelikle aynı anda dünyanın en ciddi gazetelerinden ama aynı şekilde Amerikan kamu diplomasinin de en yoğun kullandığı yayın organlarından birisi olan gazetede yazmanın kendisinde bir sorun bulunmuyor. Asıl sorun ne yazdığınızda. Yazının içeriği, hangi New York Times’ta yazdığınızı da belirliyor. Mesela Gazze’de binlerce Filistinli, tefessüh etmiş bir işgalcinin katliamına uğrarken, aynı matbuatta bu durumu dünyaya aktaran bir yazı yazdığınızda, güçlü bir yayın organından küresel gündeme ahlaki ve siyasi anlamda tutarlı bir katkı yapmış olursunuz. Buna benzer onlarca büyük felâketi ıskalayıp, bir kez bile kaleme sarılmamış, dilinizden cümleler dökülmemiş olduğu halde, beşinci sınıf şikâyet dili eşliğinde, Batı’da satılabilir bütün ara başlıkları da oldukça gayri ahlaki bir şekilde araya sıkıştırarak yazdığınız yazı, yazı değildir. Olsa olsa, aynı ciddi yayın organının küresel manipülasyon sayfaları olarak kodlanmış kısmında bir ihbarnamedir. Bu basit ayrımı yapmak için biraz ciddiyet, ahlak ve zekâ kâfidir.

Tekrar ‘dış mihrak’ meselesine dönecek olursak, bir ilkin yaşandığını görüyoruz. Burada dış politikanın ve yabancı ülkelerin kararlarının şekillenmesindeki rollerinden bahsetmiyoruz. Çünkü o durum zaten kaçınılmaz olarak siyaset yapımının tabiî bir parçası olmak durumunda. Mesela II. Dünya Savaşı yılları ve hemen sonrasında, Türk siyasetini derinden etkileyen unsurlardan birisinin dış politikaya dair kurgulanan oldukça zayıf jeopolitik okumanın olması ya da Soğuk Savaş yıllarında ‘kanat ülkesi’ olmaktan öteye geçmeyen durum gibi. Burada mevzubahis yaptığımız, bu durumlardan farklı olarak, aktif bir şekilde bir dış unsurun -çoğu kez asimetrik ve kural dışı bir şekilde- rol oynama girişimleridir.

Bu anlamda ‘dış mihrak’ tartışmasının Cumhuriyet sonrası ağırlıklı olarak Türkiye içerisindeki ana unsuru, müesses nizamın temsil edildiği iktidar oldu. Yani eğer bir dış mihraktan bahsedeceksek, onun Türkiye içerisinde desteklediği unsur, bölgemizde de geçerli olduğu üzere bizzat sistemin sahipleri oldu. Bu, o denli travmatik bir hal aldı ki, 1980’lerle birlikte PKK’nın zuhur etmesiyle, aynı anda müesses nizama ve kanlı bir süreci başlatan aktöre farklı formlarda benzer adreslerden destekler geldi. Bu durumun trajik tezahürlerini, aynı yerlerden beslenen aktörlerin birbirlerine yaptıkları “taşeron” suçlamalarında açık bir şekilde görürsünüz. 

Lakin asıl kırılma, müesses nizama halel gelmesin diye destek veren adreslerin hilafına iktidara gelen AK Parti ile yaşandı. Yılların verdiği alışkanlıkla, Türkiye’de ‘iş tuttukları’ aktörlerin iktidarı kaybetmesini idrak etmekte zorlanan ‘dış mihraklar’ sancılı bir döneme girdiler. Öncelikle inkâr politikasına, ardından da ret siyasetine savruldular. İktidarının hemen başında, Irak işgali vesilesiyle ‘dış mihraklarla’ beklenenden çok daha hızlı bir şekilde karşı karşıya gelen AK Parti, asırlık alışkanlıkları boşa çıkaran ilk hamleyi yapmış oldu. O andan itibaren, bugünlerde Gülen Grubu’nun orijinal bir iş zannettiği tezvirat ve baskının çok daha ağır versiyonları ortaya çıktı. Bu yönüyle, kendi sebep olduğu ve yaşadığı krizi insanoğlunun kıyameti zannedenlerin ‘acemi muhbirliğinin’ bir trajediden başka bir anlamı yok.

Dış mihraklar açısından da, asırlık alışkanlıklarını değiştirip, muhalif aktörlerle müesses nizam adına uğraşmanın konforundan çıkmak hiç de kolay olmadı. Özellikle 2010’dan bu yana ciddi anlamda kafaları karışmış durumda. Bir tarafta muktedir iktidarlara dönüşerek siyaseti tahkim eden bir aktör, diğer yanda eski Türkiye’nin aktörleri arasında sıkışıp kaldılar. Gerçi her fırsatta tercihlerini ‘öğrenilmiş bir cehaletle’ eski Türkiye’den yana yapmakta fazlaca sıkıntı yaşamadılar.

Şimdilerde oldukça egzotik bir unsur olarak lobi piyasasında arz-ı endam etmeye başlayan Gülen Grubu’nun bir ferahlık sağlayıp ümitlerini kamu önünde kısmen yeşertmesi mümkün. Ama dış mihrakların kapalı kapılar ardında, Gülen Grubu’nun toplam fonksiyonu, çapı ve kullanım süresine dair oldukça realist analizler yapmamaları mümkün değil. Kısa vadede bu analizlerin sonuçlarını görmeyecek olsak da, orta ve uzun vadede kullanılmış bir ‘yerli lobi’nin nasıl bir hale dönüştüğüne hep beraber şahitlik edeceğiz.