Dış politika eleştirisi

Son yıllarda üzerinde en rahat konuşulan, en hızlı kanaat geliştirilen ve çok kolay çözüm yolları önerilen konuların başında dış politika başlığı geliyor. Fakat ironiktir, akademi ve gazetecilik kökenli birkaç kalemi hariç tutarsak, en az gördüğümüz şeylerin başında ise ‘dış politika eleştirisi’ gelmektedir. Öncelikle bu kadar çok dış politika bu kadar çok farklı isim tarafından konuşulurken nasıl olur da en az olan şey dış politika eleştirisi olabilir? Bu sualin cevabının peşine düştüğümüzde ‘dış ilişkiler’ ile ‘dış politikanın’ birbirine çok yoğun bir şekilde karıştırıldığını görürüz. Türkiye’de Kemalist travmadan kurtulamayan entelektüel kesimlerin büyük bir kısmı dış politika diye aslında hala ‘dış ilişkilerden’ bahsediyorlar. Hal bu olunca da dış politika karnesini siyasal bağlamı ve ihtiyacı olmayan ‘ilişkiler’ düzeyine indirgeniyor. 

Bu yeni bir durum değil. Türkiye açısından geçen yüzyılın en uzun yıllarının başında kabul edilebilecek ağır ‘1945 sancısının’ bir uzantısı aslında. Bu durumu herhangi bir dış politika tarihi kitabından da tespit etmek mümkündür. I. Dünya Savaşı düzeni hayata geçerken son ‘dış politika yapımı’ tarihini kayda geçiren kitaplar, geçen yüzyılın kahir ekseriyeti boyunca dış politikadan ziyade sadece Türkiye’nin ‘dış ilişkilerini’ aktarmak durumunda kalmışlardır. Çünkü Türkiye’de uzun yıllar -Kıbrıs gibi bir krize proaktif müdahale hariç- dış ilişkileri aşan bir konsolide olmuş dış politika dönemi ortaya çıkmamıştır.

Irak işgaliyle beraber Türkiye fiili olarak ‘dış ilişkiler döneminden çıkıp dış politika dönemine’ girmiştir. Irak işgaline ortak olmama kararıyla başlayan bu dönem Kemalist ve liberal aklı ciddi anlamda tedirgin etmişti. Bu durum sadece Türkiye’nin alıştıkları dışında bir karar almasından değil, aynı zamanda ‘bir dış politika’ perspektifi ortaya çıktığı için de yaşanmıştı. Yaşadıkları travma o gün bu gündür devam ediyor. 2004 Avrupa Birliği politikasında önemli bir aşama kaydedildiğinde de aslında kendileri açısından tutarlı bir tepki veriyorlardı. Yani alkışladıkları bir dış politika hamlesinden ziyade; AB çıpasıyla beraber daha sonra çok daha fazla eleştirecekleri farklı dış politika adımlarının atılmaması umuduydu. AB süreciyle birlikte Türkiye’nin ‘bir bloğun güvenli unsuru olarak’ farklı tercihlerde bulunmamasının ‘garanti altına alındığını’ düşünüyorlardı. İçlerine bir ferahlık gelmişti.

2006’da Hamas’ın Türkiye’ye davet edilmesiyle yeniden eski yazılımlarına hızla döndüler ve yoğun bir şekilde Amerika’da üretilen ‘eksen kayması’ ezberlerini Türkiye’de tüketmeye başladılar. Davos’la birlikte bütün Kemalist korkuları arzı endam ederken, Mavi Marmara ile ‘kıyametimizin geldiğine’ çoktan ikna olmuşlardı. Aynı günlerde hayata geçen Tahran Nükleer Anlaşması karşısında ise duygularına iyice teslim olmaktan geri duramadılar. Arap isyanları birbiri ardına patlayınca önce Batı’ya bakıp durdular, orada bir hareket göremeyince, sürüm güncellemesi yapamamanın kriziyle Türkiye’nin ne yapması gerektiği konusunda başı sonu belli bir cümle kurmakta zorlandılar. Zira dış ilişkiler çökmüştü. İlişkide olduğumuz her aktör farklı krizler yaşıyordu. Doğu kaynıyor, Batı ise kendi ekonomik krizinin derdindeydi. 1945 sancısı ‘bloğunu kaybetmiş’ bir aktör olarak, Soğuk Savaş ruh haliyle yaşanıyordu. Şimdi ne yapılacaktı?

AK Parti 20. Yüzyılın bütün ‘dış politika yoksunluğunun’ inşa ettiği devasa kapasite sorunlarına rağmen krizlerle yüzleşmeyi tercih etti. Bu aynı zamanda dış politikayı dış ilişkilerden kurtarma çabasıydı. Dış politika yapımında mesafe kaydedildikçe kapasite sorunlarını ve artırımı için yatırım ihtiyacını beraber ortaya çıkardı. Türkiye’nin bundan sonra ihtiyacı olan en önemli başlıkları arasında kurucu dış politika eleştirisi geliyor. Yeni bir güvenlik mimarisi, kurucu bir gelecek vizyonu, insan sermayesi yatırımı ve hepsinden önemlisi vesayet rejiminin bir asırdır ayakta tutmaya çalıştığı I. Dünya Savaşı zihniyetinin dönüşmesi gerekiyor. Bunların her birisi diğerinden daha ağır başlıklar. Herkese istemediğinden daha fazla dış politika üzerine düşünme fırsatı veriyor. Yeter ki ‘dış politika olmayaydı, dış ilişkilerimiz iyiydi’ düzeyi aşılsın!