Dış politikamız - Eski ağza yeni taam

Üniversitedeki ana branşım politoloji idi. Bunu Türkiye’deki siyasal bilgiler öğrenimi ile karıştırmamak lâzım. Politolojinin amacı devlete yüksek seviyeli memur yetiştirmek değildir. Akademik alanda çalışılır. Bu branşdan mezun olanlar genellikle ya yine üniversitede kalırlar ya da gazetecilik, yayıncılık vs. gibi alanlara yönelirler.

O yıllar enstitimüzde yapdığımız seminer çalışmalarından birinde, aslen büyük devlet olmayıp da belirli bir zaman diliminde önemli rol oynayan küçük devletler ve bunu doğuran sebebler üzerinde çalışmışdık. Meselâ Danimarka, İsveç, Venedik, Ceneviz gibi... Yanlış hatırlamıyorsam antik çağlardan da Fenike’yi biraz ele almışdık.

Bunun aklıma gelmesine sebeb birkaç gündür bâzı meslekdaşlar tarafından Türkiye bağlamında ortaya atılan bir sual: Acabâ ülkemiz uluslar arası arenada boyundan büyük işlere mi yelteniyor ve bu yüzden ezilme tehlikesine mâruz kalmıyor mu?

Tabii burada derhâl eklenmesi gereken husus ülkemizin gerek alan, gerek nüfus ve gerekse stratejik konum bakımından yukarıda saydığım devletlerle mukaayese kabûl etmeyecek bir ağırlığa sâhib bulunduğu. Ama Ankara’nın Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortaasya’da kısmen usul usul, kısmense apâşikâre girişdiği angajmanlara bakılacak olursa oran pek değişmiyor.

Görünen o ki Türkiye artık geniş çevresinde çok daha etkin bir aktör olmaya ve bir tür oyun kurucu rol oynamaya kararlı.

Peki, bu ağırlığı taşıyabilir mi?

Bu sualin cevâbını sâdece Türkiye’ye bakarak, yâni sâdece Türkiye üzerinden veremeyiz. Nitekim yukarıda zikretdiğim birkaç devletin, vaktiyle o rolleri nasıl üstlendikleri sorusuna da yalnızca o devletleri tekil olarak incelemek sûretiyle cevab vermemiz imkânsızdır.

Başka bir deyişle Türkiye sâdece Türkiye değildir!

Bütün diğer devletler gibi Türkiye de bir (eskilerin deyişiyle) “muhassıla”dır, bir bileşimdir.

Bu bahsetdiğimiz bileşim ise çevresindeki ve bir sıra gerideki pek çok başka devletle o devletlerin birbirleriyle ve netîceten Türkiye ile olan münâsebetlerinden oluşan son derece karmaşık bir yumakdır.

Ernest Hemingway “Hiçbir insan ada değildir.” der.

Aynı cümleyi devletlere uygulamak da kaabildir.

İşte bunun içindir ki Türkiye’nin, benimsediği bu yeni ve daha etkin dış politika altında ezileceği öngörüsü bence doğru değil.

Bunun en basit gerekçesi, atdığı adımların otomatikman diğer bütün devletler aleyhine olmayacağı, tersine, bunlardan bâzılarının onların politikalarıyla da uyum içinde olacağı ve destekleneceği vâkıasıdır.

Meselâ Sûriye’de Esad Rejimi’nin yıkılmasını istemek, son günlerde gördüğümüz üzere, bu rejimin hâmîsi pozundaki Rusya’nın bile artık tepkisini çekmiyor. Realpolitik denilen tarzın bir sonucu bu. Politikayı prensipler üzerinden değil mevcud veriler üzerinden yürütmek.

Türk Hâriciyesi’nin en bâriz vasıflarından biri şübhesiz ihtiyatkârlığıdır. Bu vasfın zaman zaman aşırı ölçülere vararak faydadan ziyâde zarar getirdiği görüşü de bence pek yanlış olmamakla berâber Sûriye meselesinde böyle bir durum kesinlikle sözkonusu değildir kanaatindeyim.

Türkiye burada Esad Rejimi ile Muhâlif Cebhe arasında bir “tavşana kaç tazıya tut” politikası izlememekle büyük basîret göstermişdir. Bunun semerelerini Esad gitdikden sonra fevkalâde sarih biçimde göreceğimizden emînim.

Hem politik hem ekonomik ve hem de kültürel temelde!

Elbet her yüzyılın kendi realitesi ve şartları vardır ve 21. Yüzyıl’ın realitesiyle şartları önceki yüzyıllarınkinden farklıdır ama biz de müsaadenizle buraya dün akşam 20.30’da uçakla inmedik.

NOT: Aramıza yeni katılan arkadaşımız Orhan MİROĞLU’na hoş geldiniz diyor ve ilginç yazılarının Star’da da devâmını diliyorum.