Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu: Olayların seyri tesadüf değil, amaç özgüvenimizi sarsmak




Her alanda iddialı politika yürüttük ve devrim niteliğinde gelişmeler sağladık. Ama son on yıla damgasını vuran asıl şey özgüven devrimidir. Şimdi Başbakan üzerinden Türkiye’nin özgüvenini kırmak istiyorlar.


Taksim Gezi Parkı’nda çevreci duyarlılıkla başlayan eylemlerin siyasi bir operasyona çevrilmesine paralel olarak Türkiye Batı medyasının “olağanüstü” ilgisine mazhar oldu.


Mesela CNN International 200 kişinin öldüğü gün bile Suriye’ye zaman ayırmazken Taksim’den 8  saat canlı yayın yapıyor, The Economist “Erdoğan yetkilerini Gül’e devretmeli” diyordu.


Esasen Taksim’i Tahrir, Türkiye’yi Ortadoğu ülkesiymiş gibi gösterme gayretleri, malul olunan oryantalist bakış açısını da aşıyor, kasta yaklaşıyor.


Buna mukabil başkentlerden de peş peşe beyanatlar geliyor.


Ne oldu, ne oluyor, bu mekanizma nasıl çalışıyor ve bundan sonra ne olacak?


Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu değerlendirdi.


Bugün Gezi olaylarının 18. günü. Olayların ilk günlerde bende yarattığı duygu büyük bir üzüntü ve şaşkınlıktı. Size ne hissettirdi?


Aslında karışık yani birçok hissi aynı anda yaşamanın getirdiği kompleks bir duygu hali. Şimdi üzerinden biraz zaman geçti, daha soğukkanlı değerlendirebiliriz. Ben baktığımda burada beş ayrı konu, beş ayrı aktör var. Ben de 5 farklı kimlikle bunlara yaklaşabileceğimi düşünüyorum.


Buyurun.


Birisi, çevre ve şehir konusundaki duyarlılık. Bu, en masum ve bir anlamda hepimizin sahiplenmesi gereken bir olgu. Böyle bir duyarlılık varsa bu memnuniyet vericidir ki bu duyarlılık var. Bir İstanbullu olarak, bir akademisyen olarak, geçmişte şehir tarihi, yüksek lisans-doktora derslerinde ‘şehir ve siyaset’ dersi okutmuş ve insanlık tarihinin aktığı birçok şehirde bulunmuş bir akademisyen olarak buna yaklaştığımda, heyecan duyuyorum.


İkinci halka sosyal bir enerji ile harekete geçen bir gençlik olgusu. Doksanlılar denen ve iletişim nesli olarak görülebilecek yeni bir nesil. Bu gençliğe ise bir hoca olarak yaklaşmak ve onların daha yakından ve içerden anlamak isterdim. Ancak yukardan bakan bir hoca mantığıyla değil ortak bir zihni serüvenin parçası olarak. Taksimdeki gençlerle bir seminer yapmak onları anlamak, ne olup ne bittiğini, dünyaya nasıl baktıklarını, iletişimle ilgili yaklaşımlarını görmek isterdim. O Taksim’de olanlar arasında geçmişte benim öğrencim olmuş değişik siyasi görüşlere sahip gençler de var.


Ancak bu sadece Taksim ve Gezi gençliği olarak sınırlandırılamayacak çok daha renkli bir nesil. Başbakanımızla Tunus’tan gece yarısı döndüğümüzde yine aynı nesilden bir gençlik grubu etrafımı sardı ve sohbet ettik. O zaman zihnimden şimşek hızı ile bir fikir geçti. Bu gençlerden ve Taksim’deki gençlerden bir buket oluşturup birlikte aylarca sürecek zihni  bir serüvene çıkmak. Bugün yürüttüğüm görevler olmasa hemen böylesi bir serüven için kolları sıvardım.


ESKİ ÖĞRENCİLERİM ARKADAŞLARIM DA ORADAYDI


O iki grup gençliğin nerelerde ayrıldığını düşünüyorsunuz?


Aslında olaylara bakışın yönteminde ve kullandıkları yöntemlerde olduğunu düşünmüyorum bunun. Ayrışmalarına sebep olan şeyler, biraz da siyasi ortamla ilgili. Geçen hafta 4-5 saatimi ayırdım ve katılmak veya gözlemek için Taksim’e giden bazı eski öğrencilerimi dinledim. Hatta daha da ilginç bir şey, üç gün önce, olaylar olduğu gece, bana bir mesaj geldi, benim yetmişli yıllarda İstanbul Erkek Lisesi’nde birlikte okuduğum o zaman sol hareketin oradaki lideri durumunda bir arkadaştan. İdeolojik olarak karşı yerlerde durduğumuz bir arkadaş. Taksim’den aramış ulaşamamış. Ertesi gün aradım, dedim hayrola Barış beni aramışsın. ‘Taksim’den aramıştım bir dertleşmek istedim’ dedi. O dönemde ideolojik karşıtlık yaşadığımız ve 1 Mayıs 1977’de o meydanda o acı olayları ve provokasyonları yaşayan o dönemin samimi gençlik liderlerinden birisi, bir eski arkadaşım ve o dönem ideolojik karşıtım oradan arıyor. Zihnimden bir an o yıllarda bu ülke için ve insanlık için özgür ve adil bir düzen hayaliyle o veya bu çevreden toprağa düşen birçok genç fidan yaşıtım geçti ve irkildim. Gençliği karşıtlıklar içine hapsetmek büyük bir tuzak.


DOSTLUKLAR DA SANALLAŞIYOR DÜŞMANLIKLAR DA


Bu sürecin bir başka yönü de kullanılan teknoloji. Yetmişli yıllarda biz birbirimizi tanıyarak karşıt oluyorduk, yani bu karşıtlığın dahi insani yönü vardı. Bazen kavgaya dönüşüyordu ama ben Barış’ı tanıyordum, o beni tanıyordu, arkadaştık, farklı görüşlere sahiptik, tartışıyorduk, bazen gerilime varan şekilde. Ama şimdiki gençlik sanal ortamda, hiç tanımadığı bir başka gençlik grubuna düşmanlık da duyabiliyor, dostluk da hissedebiliyor. Hiç görmediği kişilerle bir twitter üzerinden aynı ortamda buluşuyor. Veya hiç tanımadığı başka bir kesime de aynı hissiyat ortamında buğz edebiliyor, belki bazen de aşırı ifadeler kullanabiliyor. Dostluklar de düşmanlılar da sanallaşıyor. Eskiden bir seri kitap okuyarak elde ettiğiniz ideolojik yakınlaşmayı şimdi twitter’daki bir sloganla geliştiriyor bir başka sloganla kaybediyorsunuz.


PROVOKATÖRLERİ ENGELLEMEZSEK GENÇLERE YAZIK EDERİZ


Üçüncü vasıf ne?


Üçüncü vasıf, bir devlet adamı; Türkiye’nin geleceğini ve huzurunu düşünmek durumunda olan bir devlet adamı olarak provokatörlerle ilgili yaklaşımım. Bütün bu şehir, çevre ve gençlik bilincinin ötesinde buradan bir şekilde kaos çıkarmak isteyen provokatörlerin varlığı söz konusu. Eğer bir provokatör kesim varsa bu kesimin bir hesabı vardır bu ülke üzerinde. Eğer biz o hesabı anlayamazsak veya o provokatörleri kullanan kesimlerin hesabını anlayamazsak, bu sefer o gençliğe de yazık ederiz, o çevre ve şehir bilincine de.


Gezi’nin bileşenleri gibi motivasyonun ve hedeflerin farklı olduğu görülüyor ama kitlesel hareketlerde bu ayrışmayı yapmak ne kadar mümkün?


Çevrecilere bir aydın, gençlerle bir hoca veya entelektüel serüven yaşayan biri olarak yaklaşmak, ama provokatörlere de bir devlet geleneği ve ciddiyeti içinde muamele etmek zorundayız. Gençlere ve aydınlara bu zihni esneklikle yaklaştık diye provokatörlere de aynı şeyi yaptığınızda, aslında o gençleri heba edersiniz, o çevre, şehir bilincini, ülkeyi heba edersiniz. Ya da provokatörler var deyip samimi gençleri ve aydınları tümüyle onların içine koyarsak, bu sefer de son derece samimi ve aslında Türkiye’nin enerjisi olan bu gençlere yazık edebiliriz. Bu ilk iki grup bir enerjidir, güçlü bir enerjidir. Bizim o enerjiyi pozitif yönde değerlendirebilmemiz lazım.


Bir de dördüncü bir grup var; bütün bu yaşananlardan bir siyasi ve ekonomik sonuç çıkarmak isteyen bir ekonomik politik elit diyeyim…


FIRSATÇILARA ÇOK KIZGINIM


Fırsatçılar denebilir mi bunlara?


Evet fırsatçılar. Yani, normal şartlarda çevre hiç gündeminde olmadığı halde, oluşan bu dalga içinde kendi gündemini bu dalgaya dayatma veya bu dalgayı kendi gündemi için kullanmaya çalışanlar. Buraya da bir siyasetçi olarak yaklaşıp onlarla da oynadıkları oyunun aslında siyasete, demokrasiye ne kadar büyük bir tehlike yarattığını paylaşmak isterdim. Onun içinde CHP’liler de var. Bunun içinde hiç normalde böyle bir gündemin parçası daha önce olmamış olan bazı iş çevreleri de var.


Şimdi burada bir anda ekonomik politik elit diyeceğimiz kesimde bir parçalanma yaşandı. Normal şartlarda hiçbir zaman iktidara gelme imkanı kalmayan bazı kesimler, Türkiye’nin de ekonomik göstergeleri ve uluslararası itibar açısından tam da zirveyi yaşadığı ayda ülkemizi bir türbülansa sokmak ve bunu kullanmak istediler.


Mayıs ayında açık bir şekilde zirve dönemini yamaya başlamıştık. Kredi notlandırmalarında ciddi mesafeler alındı, Türkiye yatırım yapılabilir ülke kategorisine girdi, IMF borcumuz silindi. Büyük ihaleler yapıldı. Amerika’ya geleneksel protokolleri tümüyle aşan bir ziyaret gerçekleştirildi.


OLAYLARIN SEYRİ TESADÜFLE İZAH EDİLEMEZ


Zamanlamayı “manidar” buluyorsunuz sanırım?


Şimdi toplumsal psikolojinin böyle bir profilden bir başka yöne seyretmesi tesadüfle izah edilemez. Yani, ne oldu? Türkiye’de ekonomik bir kriz mi yaşandı, Türkiye bir savaşa mı girdi veya bir büyük gerilimin parçası mı oldu veya ülke içinde karşılıklı çatışmalar mı başladı? Hayır, yok.


Dördüncü grupta Türkiye’de normal demokratik süreçlerle iktidara gücünü elde etme şanslarının kalmadığını düşünen bir kısım siyasi ve ekonomik elit yer aldı. Bu kesimlere de siyaset adamı kimliği ile hitab etmek gerektiğini düşünüyorum.


Ve nihayet 5. kategoriye ise uluslar arası medya, uluslar arası kesimler giriyor. Oraya da bir Dışişleri Bakanı olarak bakıyor, yaklaşıyorum.


Şimdi ortada böyle karmaşık görünen, iki haftayı aşkın bir süre yaşanan bir süreç var ve ben eğer tek bir kimlikle bunların hepsine hitap etmiş olsam eksik kalacağını düşünüyorum. Bu kimliklerin tümünden hareket ederek bu aktörlerin hepsine doğru konumlarla doğru cevaplar verilebilir.


Beş alana beş kimlikle baktığınızı söylediniz, biri biraz daha öncelikli mi?


Hayır. Ben hiçbir zaman bu kimlikleri çatışır görmedim, hatta bu kimlikleri ayrışır da görmedim. Ben bu kimliklere tam da aslında böyle bakmamız gerektiğini, hatta ek olarak bir baba olarak da bakmamız gerektiğini düşünüyorum.


Ben de baba kimliğinizi eksik kaldığını düşünmüştüm.


Tabii tabii. İşte gençlere bir hoca ve baba diyelim o zaman. Mesela benim sadece eşimin, çocuklarımın ve damatlarımın katıldığı bir Whatsapp grubu da var.


WHATSAPP AİLE MECLİSİNDE GEZİ OLAYLARINI TARTIŞTIK


Tartıştınız mı peki gezi olaylarını aranızda? Ne diyor gençler?


Tabii tabii. Dün gece bile geç vakte kadar whatsapp aile meclisinde sohbet ettik. Büyük kızım şehir tarihini de kapsayan bir yüksek lisans tezi yazıyor ve araştırma görevlisi olarak da ders veriyor. O olaylara daha çok şehir bilinci çerçevesinde yaklaşıyor. İkinci kızım ABD’de psikoloji yüksek lisansı yapıyor ve psikolojik boyutlara dikkat çekiyor. İşletme alanında bulunan damatlarım ise daha çok ekonomik analizler yapıyor. Lise son sınıftaki oğlum sanal ortamdaki dalgalanmalardan haber veriyor. Daha şairane bir özelliğe sahip en küçük kızım ise yazdığı denemeleri bana okutuyor. Eşim de her kesimden hastalarının olaylarla ilgili izlenimlerini yansıtıyor.


Aile içinde eylemcileri destekleyen, onları haklı bulan kimse var mı?


Whatsapp aile meclisinde tam bir fikir özgürlüğü var. Farklı dönmelerde farklı tepkiler de veriliyor. Mesela Mehmet ilk iki gün gençlere daha anlayışlı yaklaşmak gerektiğini savundu ancak sonra onlar da niye provokasyonlara tavır almıyorlar diye tepki gösterdi. Hemen hemen bütün aile son otuz-kırk yıl içinde her nesilde başörtüsü mağduriyeti yaşadığı için başörtülülere yönelik saldırı ve taciz haberleri aldıkça kızlarımda ‘hala hedef olarak mı görülüyoruz’ şeklinde derin bir hayal kırıklığı, oğlumda ve damatlarımda ise haklı bir tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla bu Whatsapp’la aslında yeni bir şeyi fark ettim yani o gençliği anlarken. Ben eskiden oğlumu telefonla aradığımda konuşmamız yalın ve kısa oluyordu. Nasılsın oğlum? İyiyim bana, sen nasılsın? Bu kadar.


Zayıf iletişim!


Ama SMS ya da whatsapp üzerinden iletişime geçtiğimizde o muhabbet sürüyor, o yazıyor ben yazıyorum, o yazıyor ben yazıyorum.


Mesaj nesli çünkü o.


Mesajla, ona alışmış gençlik. Bu bir aile içindeki sıcaklık içinde değil de, nefret üretmek için de kullanılabiliyor. Mesela 10 bin kişi bir şekilde paylaşıp aynı ortamda nefret üretirse nefret üretilebilir. Öyle tweet’ler atıldı ki diyor ki, İzmir’i anlatıyor; Alsancak’a doğru kaçın, şurada orduevinde size sahip çıkacaklar, hem de orduevini kullanıyor. Bilmem şurada büyük kana ihtiyaç var, herkes kan versin. Biraz daha başa alırsak; mesela ben birinci kesim ile ikinci kesimin birleşmesi halinde çok mutlu olurdum. Yani, çevre ve şehir bilinci ile o gençliğin dinamizmi birleşse.


GENÇLERDEN KOPMAMAK İÇİN YENİDEN DERS VERECEĞİM


Beş ayrı kategoriye beş ayrı sıfatla baktınız. Duygular sıfatlara durumlara göre değişiyor mu?


Her birinde ayrı hissiyat... Şimdi birinci hedefle ilgili şehir ve çevre tartışmaları ile sınırlı kalmış olsaydı entelektüel bir haz duyardım. Bu şehir hepimize ait ve İstanbul hakkında hepimizin söyleyecek sözleri olur. Kadim kültür, modernite ve küreselleşme geçişkenlikleri çerçevesinde nasıl bir İstanbul tahayyül ediyoruz sorusunu ya da bir ontoloji ve siyaset sorunu olarak çevre konusunu hangi kesimden olursa olsun ve hangi kanaate sahip olursa olsun aydın ve sanatçılarla tartışmak isterdim. Gençlerle ilgili ise açık  söyleyeyim ilk hissiyatım merak saiki ve anlama arzusu. Bu süreçte son on yıl içinde öğretim hayatından kopmuş olmanın eksikliğini daha derinden hissettim. Bu açığı kapatmak için kısıtlı da olsa önümüzdeki dönemde tekrar ders vermeyi düşünüyorum. Nihayet biz bu gençliğe daha iyi bir ülke ve dünya bırakmak için çalışıyoruz.  Onlarla zihni iletişimimizin sağlam olması lazım. Ayrıca bu gençliği harekete geçirebilen bir iletişim dünyası ve bu iletişim hızının zihniyet üzerindeki etkilerini de doğru tahlil etmek lazım. Çünkü teknoloji hızla değişince nesiller arasındaki kopuş hızı artıyor. Eskiden 30 yılda bir nesil değişir denirdi, şimdi 30 ayda neredeyse.


Üçüncü gruba yani provokatörlere dönük ise, bir devlet aklı ile yaklaşmak ve etkilerini sınırlamak gerekiyor. Burada da sorumluluk bilincimiz öne çıkıyor. Çünkü bugün çevre konusunu istisna ederek siyasal mühendisliğe soyunan provokatörler yarın başka bir konuda harekete geçebilir. Dış ve iç gündem açısından 2013-2015 Türkiye’nin kritik yılları. Birçok açılardan önümüzde başka provokasyonlar olabilir. Burada bize düşen sorumluluk ise tedbir.


SLOGANLAR ARKAİK, İDEOLOJİ KUZEY KORE TİPİ


Provokatörlere soğukkanlı yaklaşıyorsunuz?


Mesela AKM ile Atatürk Heykeli üzerindeki o çirkin görüntüleri ortadan kaldırmaya yönelik olarak polisin müdahalesi söz konusu olduğunda o resmi bir hatırlayın. AKM’de asılan fotoğraflar, kullanılan sloganlar, duvarlara yazılan küfürler. Kullanılan sloganlar arkaik bir ideolojinin sloganları. Marksist olmasına bir şey demiyorum ama özgürlükçü bir ortamın ürünü kesinlikle değil. Kuzey Kore tipi bir ideolojiyi yansıtıyor. Buradan hareketle de sandıkta değişmesi gereken iktidarı sokakta değiştirmeye dönük bir çaba. Bunu dikkatle incelemek gerektiğini düşünüyorum.


SERMAYE ÇEVRELERİNE HAYRET ETTİM


Ya sermaye siyaset çevrelerinin tutumuna karşı hissettikleriniz?


 Dördüncü kesime ise, diyalog fakat zihin sarsıcı bir diyalog ile yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Dünyadaki ve Türkiye’de bütün olaylar gösteriyor ki, bu etkileşim dünyasında artık farklı kesimlerin ya da partilerin tek tek kaderleri yok. Elimizde veriler var, Türkiye içindeki bazı çevrelerin uluslararası ekonomik ve politik çevreleri hükümete karşı harekete geçirmek için bir kaos görüntüsü yaymak üzere sanal ortamı nasıl kullanmaya çalıştıklarını gördüğümde hayret ettim. Eğer şu anda Türkiye’nin gidişatıyla ilgili bütün dünyada gıptayla takip edilen bir ekonomik kalkınma bir uluslararası itibar varsa bunu sarstığınızda siz de sarsılırsınız, bunu paylaşmak.


Kızdınız mı onlara?


Çok kızdım.


Türkiye’nin son 10 yılında bu ülkede hala en çok kazananlar onlar aslında.


Aynen öyle. Üçüncülere bakın provokatöreler diyebileceğimiz kesimler, bu ideolojik marjinal gruplar dediğimiz kesimlere acırım bir kısmı gerçekten şartlanmıştılar kayıp bir ideolojinin takipçileri. Tedbir alınır ama dördüncülere kızılması gerek. Çünkü onlar bu provokatör veya şartlanmış ideolojik tutum dışında bir ülkenin kaderiyle ile ilgili görüş beyan etme durumundalar, eylemleri ülkenin kaderini ilgilendiren kesimler. Burada onların bilinçle hareket etmeleri lazım. Tamam ben bu yolla diyelim iktidar değişimini arzuluyorum dese bile bu iktidar değişiminde kullanılabilecek yöntemin kendilerine de ne kadar zarar verebileceğini anlamalarını beklersiniz o zaman kızıyorsunuz bunu nasıl anlamazlar.


PSİKOLOJİK İDEOLOJİK KÖRLÜK İÇİNDELER


Sizce cevabı ne bu sorunun?


Bunun cevabı ideolojik körlüktür. Ama ideolojik körlüğün ötesine geçen bir psikolojik körlük de var. Bakın orada şimdi ismini vermeyeyim herkesin bildiği isimler artık bunlar. Gelip de orada diyor ben de çapulcuyum çapulcu falan diye. Çapulcu ifadesini kullandı gidip orada gençlerle aynı meydanda. Bahsettiğim provokatör arkaik grup Türkiye Cumhuriyeti devletini ve hükümetini burjuva devleti, burjuva Hükümeti diye suçluyor. Şimdi burjuva Hükümetiyse burjuva orada, yanınızda burjuva bizimle değil. Başbakanı İstanbul’da karşılayan kesim ise diyelim Kartal’da, Pendik’ten, Esenlerden, Bahçelievler’den geliyor. Burjuva sizinle orada. O insanlar buna rağmen bir tercihte bulunuyorsa onu o zaman şöyle anlamlandırıyorum ben: Sanki geldikleri ailelerden ya da aldıkları eğitimden ya da içinde bulundukları sosyal çevre dolayısıyla kendilerinin iktidar sahibi olmasını bir müktesep hak olarak gören bir kesim var Türkiye’de. Biz olmalıydık aslında diyor Başbakan’ın yerinde ve 10 yıllık yaşanan şeyi bir abnormalite olarak görüyor.


YAŞANANLAR HERKESİN GERÇEK NİYETİNİ AÇIĞA ÇIKARDI


10 yıl süren bir durum hala anormal olur mu?


Normalde olmaması gereken bir şey oldu bunlar geldi giderler diye düşünüyorlardı ya da bazı işleri yapamazlar diye düşünüyorlardı. Belki alt yapıyı, belki bazı hizmetleri ama zinhar mesela makroekonomik kurumları Merkez Bankası’ydı efendim uluslararası ekonomik ilişkilerdi vesaire. Mesela dış politikayı, güvenlik politikalarını biz yine esas güç denilen iktidarı biz kullanırız onlar da o sırada hizmet ederler diye düşünüyorlardı. Ama yeni bir siyasi elitin çıktığını ve bunun ülkeyi iyi bir yere taşıdığını görüyor ve bunu hazmedemiyor. Bir kompleks psikolojik olarak önce bir müddet bunları kullanalım. Sonra iyi gidiyor ben de istifade edeyim. Sonra bakıyor ki, iktidarı seçim yoluyla değiştirmek mümkün değil bu sefer bütün bu öfkeyi Tayyip Erdoğan’ın şahsında birleştirdiler, özdeşleştirdiler yani simgeleştirdiler. Yani her şey iyi Başbakan kötü, ama peki 3 ay önce, 5 ay önce, 1 sene önce aynı Başbakanın sağladığı ekonomik başarı dolayısıyla büyük menfaatler elde etmek suretiyle ona hepimizin şahit olduğu birçok yerde övgüler diziliyordu. Hatta oy vermediğim halde inşallah Tayyip Erdoğan sıhhatine kavuşur yoksa ekonomi ne olur diye beyanatlar veriliyordu. Şimdi ne oldu? Neden? Çünkü kendisi açıkça çıkmaya cesareti yoktu bu kesimin, açıkça meydan okuyamaya cesareti yoktu. Orada kitleler bir anda sokağa çıkınca o sır perdesi kalktı ben de meydana çıkayım noktasına geldi ve turnusol kağıdı gibi ülkeyle ilgili kimin ne düşündüğü ortayı çıktı. Bütün bunların olumlu yönlerinden biri herkesin gerçek niyetini ortayı çıkarttı.


ULUSLAR ARASI ALANDA ÖZGÜVENİMİZİ YIKMAK İSTEDİLER


Uluslararası alanda nasıl bir turnusol etkisi oldu Gezi olaylarının?


Burada Uluslararası bazı çevreler ve medya yani bir ülkede mesela Amerika’nın içinde bazı çevreler, Avrupa’nın içinde bazı çevreler. Ülke bazlı olarak görmemek lazım. Bunların oynadığı üç hedef var. Bir, özgüvenimizi tahrip. Hep şu soru soruldu bize 10 senedir bu hedefler Türkiye için büyük değil mi, Türkiye bunu kaldırabilir mi? Türkiye küresel güç olabilir mi?


Bu size hissettirildi mi, açıktan mı soruldu?


Açıktan da elbette. Her yerde soruluyor yani takip ettiğimiz dış politika dolayısıyla mesela Afrika’da büyükelçilik açıyoruz bu kadar büyükelçiyi ne yapacaksın? Bunu dışarıda da soruyorlar bana içeride de yani dış politikada önceliklerimiz kaybettik derken aslında şunu demeye getiriyor. Eskiden olduğu gibi sadece Kıbrıs’ı, Irak’taki Kürt tehlikesini, Yunanistan’ı, Ermenistan’ı düşünün başka yere bakmayın. Şimdi bir özgüven var Türkiye’de 10 yıl içinde inşa ettiğimiz. Aslında bütün devrimlerin yani bütün yaptığımız devrimsel atılımların arkasında bana sorsanız tek bir şey ne var deseniz psikolojik özgüven dvrimi derim. Yani ulaştırmada 16 bin kilometre yol yapmışız 6 bin kilometrenin üzerine. Devrim. Sağlık sistemi bütünüyle değişti. Devrim. Tarımda dünyanın 7. ülkesi olmuşuz devrim. Dış politikada işte 94 büyükelçilikten 124 büyükelçiliğe, 160 temsilcilikten 213 temsilciliğe ulaşarak dünyanın en çok temsil edilen 9. ülkesi olmuşuz, ilk 10’na girmişiz. Bütün bunları arka arkaya koyduğumuz hepsini yan yana koyduğumuzda altında bir tek şey aradığınızda öz güven devrimi. Hedefte burada toplumsal özgüveni sarsmak ve kişiler olarak da bizlerin yani Hükümet yetkililerin özgüvenini yıpratmak başta Başbakanımız olmak üzere. Rasyonel düşünmeye de hepimiz varız, biz hiçbir zaman irrasyonel düşünmedik ki. Ne toplumsal hayatta irrasyonel davrandık yani tutup da bazıların iddia edip hayat tarzına falan hiçbir müdahale de olmadı, ne dış politikada, ne de ekonomide irrasyonel davrandık hiçbir zaman irrasyonel davranmadık, popülist bir ekonomi takip etmedik. Zaten irrasyonel politikalarla bugünkü seviyelere gelinemezdi. Ama iddialı bir politika takip ettik, iddialı bir ekonomi, iddialı bir siyasi demokratikleşme. Şimdi bu iddiayla irrasyonelliği bir göstererek öyle bir noktaya getiriyorlar ki çizmeye çalıştıkları tip irrasyonel bir Tayyip Erdoğan. Bunu öylesine haince yapıyorlar ki eğer Başbakanın güveni sarsılırsa Hükümetin sarsılır, Hükümetin sarsılırsa Türklerin içselleştirdiği bu özgüven sarsılır.


AMAÇ ÖZGÜVENİ, İSTİKRARI VE SOSYOLOJİK NETWORK’Ü BOZMAK


Digerleri nelerdi?


Bir; özgüveni sarsmak. İki; bu psikolojik de biraz, sosyolojik şeyde şunu gördüler son 10 yılda: Başbakanın ve AK Parti’nin sosyolojik dili toplumla kaynaşan bir dil, yani bir network oluşturuyor. Mesela o türkümüz vardı ya aynı dağın yeliyiz biz. O türküden tutun, 78 ilde milletvekili çıkarabilmesine, Başbakan Diyarbakır’da karşılandı coşkuyla, İzmir’de veya Konya’da veya Rize’de, Trabzon’da her yerde aynı coşku. İnsan-insan ilişkisinde siyaset böyle bir şeyse, AK Parti’nin ve Başbakanın şahsiyetinde geliştirilmiş sosyolojik ilişkiyi, networku kurabilecek herhangi bir başka yapı yok, bunu aşmak da mümkün değil görünür gelecekte. O zaman, başka bir network oluşturmak, bu sefer teknolojinin oluşturduğu, insan-insan ilişkisine dayanmayan bir networkla bir başbakan imajı çıkartılmaya çalışıldı, yani diktatör, otoriter. Kötü bir imajla, olumlu insan imajı yok etmeye çalışıldı. Bu Başbakan için kişisel, ama AK Parti için bütün olarak böyle, hepimiz için de geçerli bir şey ve yeni teknolojik araçlar bunun için kullanılıyor. Mesela biz bundan ders çıkartıyoruz, demek ki bu network çok dikkatle takip edilmesi gereken, yani bizim de etkin kullanmamız gereken bir network kendimizi anlatmak için.


Üçüncüsü; istikrar ve güven, yani yürütme erkinin gücü. Cumhuriyet tarihini de yakından bilen bir kişi olarak söylüyorum, hatta Tanzimat’tan bu yana yürütme gücünü, yani modern Osmanlı ve şeyde bu kadar etkin kullanan, 10 yıllık anlamda, etkin kullanan çok az iktidar var, hatta yok diyebiliriz, yani farklılaşmaya rağmen etkin kullanan.


Özgüven, sosyolojik ilişki, bir de siyasi boyutta, ekonomik kalkınma, demokratikleşme, dış politika itibarı.


Şimdi burada öyle bir yürütme problemi çıkartmak istediler ki, dünyaya şu algıyı vermek istediler: Ya Türkiye’de yürütemeyen bir Hükümet var, Ankara sokakları işgal altında, İstanbul sokakları işgal altında, İzmir sokakları işgal altında, Hükümetin sözü geçmiyor. Bunu oluşturarak bir kaos. Şimdi bizim tam da buradan hareketle çözüm bulmamız lazım, bu özgüveni tahkim edeceğiz, özgürlüklerle birlikte tahkim edeceğiz. Sosyolojik networkleri toplumu kaynaştırıcı bir şekilde kullanacağız, her türlü networku. Güven ve istikrardan hiçbir şekilde taviz vermeyeceğiz. Yani demokrasi bir özgürlükler sistemi, ama aynı zamanda -özgüven bireyselleşmeyle ilgili bir şey- bir kurallar sistemi. Bunun ikisini birlikte gerçekleştirmek durumundayız...


EYLEMCİ GENÇLER BİZİM SAĞLADIĞIMIZ ÖZGÜVEN ORTAMINDA YETİŞTİ


Uluslararası medyanın gayretini de bu kalemde mi değerlendiriyorsunuz?


Çok sofistike. Bir uluslar arası kanal şöyle bir şey yapıyor: Taksim Meydanı’nda gençlerle konuşuyor yani İngiltere sokağında da rastlayabileceğiniz gençler onlar hep hükümeti tenkit ediyor. Şimdi Başbakan Erdoğan’ın arka bahçesine gidelim diyor Fatih Camii’nin arkasında hemen. 3-4 kişi oturmuş tabureye gayet de huzurlular, keyif yapıyorlar. Ona soruyor ne düşünüyorsunuz? Gösteri herkesin hakkıdır diyor amca gayet kendinden emin ama şiddet falan kullanmasın bu çocuklar diyor Vermeye çalışılan şey, Türkiye’de bir çatışma var bir  tarafta modern elit, öbür tarafta eski arkaik. Ve onlara baskı uyguluyor. Şimdi Allah aşkına o samimi gençlik AK Parti döneminde yetişti. Niye 28 Şubat döneminde bu tür gösteriler yapılamıyordu. Başka herhangi bir dönemde, herhangi bir meydan bir gençliğe 17 gün terk edildi mi?


HÜKÜMET TAKSİM’İ 17 GÜN EYLEMCİLERE BIRAKTI


Taksim eylemcilere iyi niyetle tahsis edilmiş de denebilir elbette ama bence Taksim resmen işgal altındaydı!


Hükümet bıraktı. Evet, eğlendiler bir şey denmedi, şarkılar, türküler. Allah aşkına yani bundan daha fazla demokratik hak kullanımı olur mu? Ama bir tarafta da bütün bu çirkinlikler yaşandı. Bu gençlik nerede yetişti bence bu gençlik o özgüven ortamında yetişti artık çıkıyor sesini yükseltebiliyor ve aynı gençlerden bir grup Başbakana çıktı konuştu.


Nihayetinde Dışişleri Bakanı olarak benim görevim ülkenin itibarını korumak, itibarının zedelenmesine izin vermemek ve eğer Türkiye’ye dönük bir herhangi bir örgütlü bir tavır varsa bu tavra karşıda politika belirlemektir benim görevim. Yani şimdi buna baktığında başta yoktu böyle bir tavır. Fakat, uluslararası basın öylesine kullandı ki bunu bir müddet sonra ülkeler yönetimler üzerinde baskı uygulamaya başladı. İlk açıklamalar 1 Haziran- 2 Haziran’da geldi yoğunlaşması 2-3-4 Haziran. Yani 31 Mayıs’ta ve 1 Haziran’da öylesine bir yayın politikası takip etti ki uluslararası medya o zaman bu uluslararası medyada kimler etkindir onu sormaya başlıyorsunuz. Ve orada bu dilin aynı şekilde kullanımı nereye gidiyor, kimler tarafından koordine edilebilir ve ne tür şey yapılır bu  artık geçerli bir soru olmaya başlıyor. Bu kadar şey tesadüf olamaz.


BATI MEDYASI SURİYE’DE 100 BİN KİŞİ ÖLÜRKEN NEREDEYDİ?


Bu sorulardan hareketle nereye vardınız?


Türkiye öylesine bir ivme ile yükseliyor ki profili bunu  kıskananlar oluyor, buna gıpta edenler oluyor, bir de bu yükselişin kendi manevra alanını daralttığını düşünenler oluyor. O zaman bütün bu farklı sebeplerle Türkiye’nin yükselişinden rahatsız olanlar ve bir fırsat olsa da tepki verelim diye hesap edenler bir anda aynı safta buluştular ve bu fırsatı değerlendirmeye çalıştılar. Burada masum bir talebin üzerine atlandı ve kartopu gibi bunu büyülttüler. Başta kendi büyüdü kendi doğasıyla. Burada belki ilk gün, ikinci gün polisimiz, emniyet güçlerimizin bazı yanlışları oldu, ama birileri de bunu öylesine bir lanse ettiler ki, o andan itibaren ben komplo teorilerine dayalı analiz yapmaktan hoşlanmam ama o andan itibaren de bazı gelişmelerin tesadüf olduğunu da düşünmek naifliktir. Çok net söyleyeyim Suriye’de 100 bin kişi öldü. Bu televizyonların 15 gün için Türkiye’ye ayırdıkları canlı yayın saatleri yüzlerce kişinin katledildiği Banyas ve Kuseyr için ayırdıkları canlı yayın saatleri kadar yok. Bu peki ne? Her bir can kıymetlidir Türkiye’de kaybettiğimiz o dört can bizim için 100 binlerin canı gibidir ayrı ama nihayetinde böyle bir boyutu var bu işin.


YÜKSELEN TÜRKİYE’DEN RAHATSIZLAR


Bütün bu mekanizma nasıl harekete geçti?


İçeride dördüncü grup unsurlarla, beşinci grup unsurlar arasında bir etkileşim oldu. Etkileşimin esası şu: Bu iktidardan rahatsızlar, rahatsızlığın sebebi yükselen Türkiye profili. Güçlü Türkiye ve bu güçlü Türkiye’nin başında halkı arkasına almış güçlü bir Başbakan. Elbette yorum eleştiri yapılabilir ama eğer üst bir dil kullanılır, üst dilden kasıt bu demokrasi denilen cennetler aleminin kurallarını, ahlakını bir tek biz biliriz, bir tek biz uygularız bir de bunu uygulama gücüne, erdemine sahip olmayan gruplar vardır, ülkeler vardır. Bir seçkin dünyanın seçkin ülkeleri biz bunları biliriz, uygularız diğerlerini ise biz takdir ederiz.


DIŞ İŞLERİ BAKANLARINA İKİ ŞEY SÖYLEDİM


Buna karşı tutumunuz ne oldu kamuoyuna yansıyanın dışında?


Şimdi o zaman ben iki soru sordum bazı muhataplarıma dışişleri bakanlarına. Bir, bizi Ortadoğu ile karıştırmayın orada ne isteniyorsa biz de var. Yani hukuk devleti, şeffaf seçimler, hesap verilebilirlik hepsi var bunların tamam diyorlar haklısınız. Bizi sizin gösterilerle de karıştırmayın çünkü sizde sokağa çıkanlar Avrupa’da iş için çıktılar, aş için çıktılar, ekmek için çıktılar. Bizdeki gösteri tam da gelişmiş demokrasilerin gösterisidir çünkü ancak karnı doyan ve özgürlüğü olan insanlar çevre ile ilgili fikir beyan etmeye başlarlar.


İki; ‘kaygılıyız’ diyemez kimse Türkiye’ye dedim. Sen kimsin, nasıl kaygı duyuyorsun? Tamam, benim dostumsan bana söyle, ama bunu açıklarken bu kaygıyı tetiklersin.


Ayrıca sen geçmişte Londra’da, Paris’te, 2005’te Paris’te şehir yandı, şehir varoşları yandı, Atina’da, Roma’da, birçok ülkede bunlar olduğunda, New York’ta olduğunda kaygı duydun mu, böyle bir açıklama yaptın mı? Fransa’nın geleceğinden kaygı duyuyoruz dedin mi? Yunanistan’ın geleceğinden kaygı duyuyoruz dedin mi?


Oryantalist bakışın yansıması mıdır bu?


Ha, birincisi oryantalist, hani dediğin. Ama burada bir siyasi şey başlar, kaygı duyuyoruz dediği anda bir siyasi projenin parçası olmaya başlarlar, biz bunu kabul etmeyiz. Yani nasıl bir siyasi projenin? Uluslararası medyadaki belli çevrelerin yaymak istedikleri, Türkiye krize doğru gidiyor projesinin ve  içeride bu iktidardan seçim yoluyla kurtulmayacağını düşünen bazı çevrelerin yaymak istedikleri algının parçası haline gelmiş olur; işte orada tavır koyarız. Yani benim muhatabım dışişleri bakanlarına tavır koyduğum yer orasıdır. Kendisi o yöntemi uyguladığında sıkıntı yok, biz uyguladığımızda sıkıntı var.


1 Haziran’da Frankfurt’a Blockupy diye bir gösteri yapıldı. Dün ben bunu Alman Dışişleri Bakanına da, diğerlerine de söyledim. Yani aynı gün, Türkiye’de İstanbul’da 1 Haziran Cumartesi yapılırken, orada da bir başka gösteri yapılıyordu ve o gösteride yine biber gazı kullanıldı, yine tazyikli su kullanıldı. Şimdi sen bunu kullanırken kamu düzenini korumak için kullanmış oluyorsun da, burada kullanırken bunu vahşice bir şey diye tanımlarsan olmaz. İşte o andan itibaren başka bir şey başlar. Yine o gösteride bir grup 9 saat abluka altına alındı. Tek sebep ne biliyor musunuz? Yüzlerini örtmüş olmaları. Sizi tanıyamadığımız için gösterisi yapamazsınız dediler.


Bir kere yaparsınız açıklamayı, iki, üç, dört, her gün açıklama yapmaya kalkarsanız, Türkiye Suriye değil veya herhangi bir ülke değil. İsterseniz Amerika’da bir polis sizi durdursun, yani herhangi bir polis yolda durdursun, siz elinizi direksiyondan bir oynatın bakalım, yani direksiyonda tutacaksınız, kapı açılacak ve siz direksiyondan elinizi bir başka yere oynatın bakalım, polisin tepkisi ne olur size. Birçok yerde vurur acaba silaha mı el atıyor diye.


AVRUPA PARLAMENTO'SUNA TEPKİMİZ AVRUPA DEĞERLERİNE SADAKATİMİZDEN


Avrupa Parlamentosu’ndan da açıklama geldi…


Yapılan hükümet açıklamaları, devlet açıklamaları, uluslararası örgüt açıklamaları, son olarak Avrupa Parlamentosu açıklaması, çoğu tek yanlı ve oluşturulmak istenen imajı destekleyen açıklamalar. Yani Avrupa Parlamentosu metnine karşı biz niye tepki gösterdik? Avrupa değerlerinden koptuğumuz için değil, aksi Avrupa değerlerine sadakatimiz dolayısıyla. Neden? Çünkü o değerler içinde aynı zamanda hukuk devleti var. Bakıyorsunuz, metni okuyorsunuz, tek bir yerde şiddet uygulayan bu provokatörlere dönük bir kınama yok. Peki, Avrupa Parlamentosu bu kadar hassas idiyse, niye daha önce başka ülkelerle ilgili böyle açıklamalar yapmadı? Niye 9 tane Türk Neo-Nazi cinayetine şehit olduğu olayda yıllarca Alman polisinin tek taraflı olarak Türkleri suçlaması ve Türklere zulmetmesi konusunda, yani o aileleri suçlayarak o aileler üzerinde psikolojik bir baskı uygulamasına ses çıkarmıyor?


Şimdi burada, birinci sınıf demokrasiyiz derken kastettiğim de tam şu: Hiçbir demokrasi mükemmel değildir. Siyaset biliminin tarihini, insan doğasını bilen herkes bilir ki, tarih cenneti yeryüzüne indirmek gibi bir şey değil, demokrasi de öyle değil. Demokrasilerde mükemmele doğru bir seyir vardır, hepimiz daha iyiye gitmek isteriz.


Ama nihai kertede kastettiğim şey şu: Sen kendini birinci sınıf demokrasi görüp de kendi yaptığına benzer uygulamalar nedeniyle diğer uygulamaları göz ardı edip Türkiye’ye dönüp ders vermeye kalkamazsın.


SOKAĞA ÇIKANLARIN SEBEPLERİ BAŞKA BAŞKA


Bütün bu yerel – uluslar arası gayeler dışında sormak isterim: Tek tek insanların sokağa neden çıktığını düşünüyorsunuz?


Her birinin ayrı sebepleri var, demin söylediğim gibi. Orada samimi niyetlerle, çevreci bir yaklaşımla çıkanlar, işte Twitter’daki bir dost çevresi, Twitter’da aynı grupta olanların olduğu 300-500 kişilik gençlik grupları halinde çıkanlar, mahalle baskısıyla çıkanlar, birçok sanatçı ilan etti, benim üzerime mahalle baskısı uygulandı diye. Provokasyon için çıkanlar, yani hepsi şu niyetle çıktı demek çok zor, ama bu kategoriler var. Yani çevreciler, iyi niyetli ve kendini göstermek isteyen, ben buradayım, beni dinleyin diyen bir gençlik. Onu ben iyi niyetli olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Provokatörler, mahalle baskısıyla gidenler, siyasi rant sağlamak üzere gidenler, hepsi bunların içinde. Sadece oradaki provokatör değil de, ama bir de orada medya olarak bulunan... Mesela dün arkadaşlar söylediğinde ben de sonradan fark ettim. Gündüz saat 11’de -ki Taksim hareketli değil, olağanüstü bir şey yok, oradan yapıyor uluslararası medya kuruluşu, yüzünde gaz maskesi, ortada polis yok, gösterici yok, biber gazı yok, hiçbir şey yok, gaz maskesi. Yani herkesin orada bulunma gerekçesi farklı. Benim demin söylediğim arkadaş gibi, biraz gençlik nostaljisi, 1 Mayıs 1977’de oradaydı çünkü, ben biliyorum, ertesi gün konuştuk. Şimdi yeni bir hareket, herkesin farklı şeyleri var.


ÖZEL HAYAT BAHSİ DEVREYE SONRADAN SOKULDU


Özel hayatıma dokunma, benimle bu üslupla konuşma gibi talep ve itirazlarla meydana çıktığını söyleyenler de var...


O ikinci kademede, meşrulaştırma çabası içinde gündeme getirilen bir konu oldu. Yani doğrudan siyasi anlamda Başbakana karşı çıkmak mümkün olmuyor 7 seçim kazanmış, girdiği her seçimde halkın desteğini artırarak arkasına almış. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada saygı duyulan bir lider haline gelmiş. Ekonomik olarak karşı çıkıyorsun, Türkiye’nin nereden nereye geldiği belli. Diplomaside Suriye’de üzerinden vurmaya kalkıyorsun, ama Türkiye’nin uluslararası itibarı belli. Bu sefer, hazır ortada da olay varken, bu tepkiyi meşrulaştırma araçlarından biri de Başbakanın üslubu ve şahsiyetine dönük eleştiriler olmaya başladı.


BAŞBAKAN MASKE TAKAN BİR SİYASETÇİ DEĞİL


Sahici bir damarı olabileceğini düşünür müsünüz?


Ama aynı sahici damar Başbakanın üslubunda da var, yani Başbakan doğal konuşan bir insan, doğal davranan bir insan. Yani bir çocuğa sarılırken de doğaldır, yaşlı bir kadına sarılırken de, öyle resimleri de var, muhabbeti de o anlamda doğal. Kızdığı zaman veya bir konu onu rahatsız ettiğinde de yine doğal tepki veriyor. Aslında biraz da biz hepsi maskeli yüzlere alışmışsınız, siyaseti hep maskeli yüzle görmeye alışmış insanlar hep içinde bekliyor ki, devlet adamı da içinde bir şey tutsun, ama dışarı yansıtmasın, devlet adamı üslubu böyle görülüyor veya maske taksın. Az maskeli liderler görmedi bu Türkiye. Bir yerde Kur’an-ı öpüp öbür tarafta kumarhanede sabahlayan başbakanlar da gördü. Şimdi yakın zamana kadar hep bu maskeli yüzlerle davranıldı. Başbakan bu anlamda o kadar doğal ki, bir maske yok ve bu doğallık Türkiye’nin gücü. Ve bunu bir dezavantaj değil, bir şans olarak da görüyorum, siyasetin doğallaşması anlamında.


Bu yaşadıklarımızın Hükümetin politikalarına bir yansıması olacak mı, nasıl bir yansıması olur? Hükümette her kademeden mesaj alındı dendi defaatle, bir beklenti oluştu. Öte yandan bu eylemler ancak demokratik bir ülkede olabilirdi, oldu ama temsil çaresizliği de açığa çıktı. Sonuçta askeri çağırmadılar, medyadan başka yerden medet ummadılar, bir tür “duruma el koydular”...


Duruma el koymak diyorsunuz ya; herkes kendi ölçeğinde kendi ilgilendiği konuyla ilgili veya kendisinin önemli gördüğü hususta kendi yönetimiyle duruma el koymaya kalkarsa orada kamu düzeni kalmaz.


HANGİ ÜLKEDE EYLEMCİLER BAŞBAKANLA 4 SAAT KONUŞABİLİR?


İnsanların duygusunu, algısını tetiklemeye, yönetmeye çalışanları ve onlara karşı alınan tedbirler dışında sormak isterim: Kendi üzerinde baskı hissettiğini düşünenlerle ilgili ne olabilir?


Bu olabilir. Her düzen bir denetimdir aynı zamanda, bir anlamda ve kişisel alanı bir daraltıcı etki yapar. Mesele bunun özgürlüklerle bir denge içinde olması. Yani özgürlük-güvenlik dengesi diye bizim ilk dönemden beri söylediğimiz şey burada ortaya çıkıyor. Öyle bir düzen olmazsa, bu sefer de özgürlükler de kaosa yönelebilir şey anlamında. Bu rahatsızlığı ifade edebileceğiniz zeminler, kanallar var mı? Var. Yani ben Türkiye’deki  şu politikadan rahatsızım dediğinizde bunu ifade edebilecek kanallarınız var mı? Var. Hatta bu olayda, yine ben dün bir Avrupalı bakana söyledim, kaç ülkede göstericiler doğrudan Başbakana çıkıp dertlerini anlatabildiler? Yani saatlerce konuştu, 4 saat bir gün konuştu, 4 saat bir gün konuştu, Başbakan Yardımcımız konuştu, Cumhurbaşkanı konuştu. Hangi ülkede, yani Yunanistan’da, Atina’da sokağa çıkanlar bir heyet oluşturup Başbakanlarına çıkıp 4 saat dert mi anlattılar veya böyle bir iletişim kurabildi mi? Frankfurt’ta gösterilerde veya orada, burada. Yani burada şikayetlerinizi ifade edebilme kanalınız varsa, toplumsal ortam buna uygunsa, bu kanalları kullanacaksınız. Şimdi Başbakan geldi diye bir üniversitede gösterilerle Başbakanı üniversiteye sokmamaya çalışırsanız, nerede iletişim olacak peki? Başbakan nerede üniversite gençliğiyle iletişim kuracak? Yani bir taraftan da bu provokatörlerin bu iletişim kanallarını yok etme özelliği...


Bu kriz aşıldığında Türkiye demokrasisi kazanacak diyebilir miyiz?


Türkiye devinim içinde bir ülke. Önümüzdeki yüzyılın en büyük açılımları Türkiye gibi ülkelerden çıkacak, çünkü o devinim yeni sancıların, yeni fikirlerin, yeni açılımlarının zeminini oluşturacak diye; ben buna samimiyetle inanıyorum.


SURİYE’DE PSİKOLOJİK EŞİK AŞILDI


Amerika Birleşik Devletleri Suriye’de kırmızı çizginin aşıldığını, Esed yönetiminin kimyasal silah kullanıldığını kabul etti. Bu gelişme Suriye’deki savaşın seyrini nasıl etkileyecek?


Şu ana kadar Suriye’deki gelişmelerin, yani 100 bin insanın katledilmesi, milyonlarcanın evsiz barksız kalmasının ardında 3 faktör var. Bir; rejimin kendi halkına olan güvensizliği ve kendi halkından demokratik yollarla destek alamayacağını düşünerek reformlar yapmaması ve baskıyla halkın taleplerini sindirmesi ve barbarca yöntemler uygulaması; bunun içinde, keskin nişancılar, tanklar, toplar, uçaklar, Scud füzeleri, şimdi kimyasal silahlar var. İkincisi; bazı ülkelerin rejime verdiği destek. Üçüncüsü de; uluslararası toplumun Suriye rejiminin bu uygulamalardan rahatsız olarak kesimlerinin dahi yeterince ciddi tepki vermemeleri. Biz Türkiye olarak en başından itibaren önce Suriye rejimini ikna ederek bu felaketi önlemeye çalıştık, sonra diplomatik girişimlerle bunu önlemeye çalıştık, ama gerektiğinde de en sert mesajlarla Suriye rejimini durdurmaya gayret ettik bazı bölge ülkeleriyle beraber. Dün Amerika Birleşik Devletleri’nin yapmış olduğu açıklama, artık Suriye rejiminin uyguladığı acımazsız yöntemlerin tepkisiz kalmayacağının bir işareti olarak değerlendirilebilir.


Biz hep şunu da söyledik, kimyasal silah kırmızı çizgi dediğinizde, Suriye rejimine şu mesajı vermiş oluyorsunuz: Kimyasal silahlara kadar neyi kullanırsanız kullanın, ne kadar adam öldürürsünüz öldürün, öyle algılıyordu Suriye rejimi. Şimdi dünkü açıklamayla birlikte bu psikolojik eşik aşılmış oldu. Yani Suriye rejiminin zulümlerinin Suriye’nin iç meselesi olma niteliğinin dışında, hem uluslararası normlar bağlamında uluslararası bir mesele olduğunu, hem de bölgesel ve uluslararası barışa tehdit oluşturma bakımından böyle bir nitelik taşıdığı ortaya konmuş oldu. Bu önemli bir gelişmedir.


ABD ZİYARETİMİZİN BİR SONUCUDUR


 


Cenevre toplantısından ne bekliyorsunuz?


Şimdi Cenevre süreci üzerinde aylardır konuşuluyor, ama bu süreç içinde biz muhalefeti yeniden yapılandırıp Cenevre’ye hazır hale getirmeye çalışırken; ki biliyorsunuz 2 hafta önce muhalefetin İstanbul’daki toplantısında genişlemesini sağlaması için çok çaba sarf ettik. Suriye’nin Dostlar Grubuna mensup ülkeler bu hazırlıkları yürütürken, maalesef Suriye rejimine destekler arttı ve özellikle son dönemde Kuseyr’in düşmesiyle yaşanan gelişmeler de dış müdahale niteliğinde değişik ülkelerden buraya gelenler oldu, Hizbullah dahil. Bu yeni bir parametre. Yani hem dış müdahale olmasın diye diplomatik süreç işletmeye davet edeceksiniz İran, Rusya vesair ülkeler, hem de bir taraftan Suriye rejiminin yanında savaşmak üzere unsurlar fiilen alana girecekler. Bu, açıkçası bütün dünyayı rahatsız eden bir gelişmeydi. Ve bir iyi niyet eksikliği var, burada bir art niyet var açık bir şekilde, yani diplomasiyi işletiyor gibi görünüp alanda muhalefet üzerindeki baskıyı artırıp muhalefeti Cenevre’ye zayıflamış, hatta teslim olma üzere getirmeye çalışmak. Halep’e dönük saldırılar, son saldırılar da bunun yansıması. Biz de bu konuda uyarıyorduk, ben bir hafta içinde bütün muhatap dışişleri bakanlarıyla birçok kere görüştüm, hep bu konuda uyardık, Yani diplomasi oyunu oynanırken alanda yapılan zulümleri göz ardı edemeyiz, alanda bu şekilde saldırgan bir politika devam ettirmesi rejimin barış niyeti olmadığını gösteriyor. Nihayet, dünkü açıklama bu anlamda önemli bir değişimdir, bir eşik değişimidir tabiri caizse. Bundan sonraki gelişmeleri takip edeceğiz.


 Amerika Birleşik Devletleri’nin tespit ettiğim dediği kimyasal silah kullanımlarının benzer verileri bizde de mevcut, zaten bunu da Sayın Başbakanımızın Washington ziyaretinde paylaşmıştık, söylemiştik. Onların elinde de başka veriler vardı. Biz de aynı bulgulara sahibiz.


Bu gelişme o ziyaretin, görüşmelerin bir sonucu olarak da okunabilir o zaman.


 


Tabi tabi.