Buruk ve yürek burkan değil, bol acılı bir Ramazan ve bayram yaşadık..
Ama, bundan dolayı, ye'se düşmeye gerek olmasa gerek.. Çünkü, bizi bu acılar rehavet içinde olmaktansa, uykudan uyandırmaya, rahatımızı kaçırmaya; dikkat, rikkat ve mücadele azmimizi kamçılamaya da vesile olabilir, olmalıdır.
*
Bayram, 'bir mücadeleden zaferle çıkmanın sevinç gösterisi'yapmayı ifade eder.
Ramazan Bayramı da, Müslümanların nefislerine gem vurma ve bir baskın yapmaları mücadelesinden zaferle çıkmalarının bir 'şükür nişânesi' olarak sevinmelerini anlatıyor.
Müslümanlar olarak bu bayramlarda birbirimizle tebrikleşiyoruz. Ne var ki, nicelerimiz bu tebrikleşmenin, kutlamanın ne manaya geldiğini, bununla karşımızdakine nasıl bir mesaj verdiğimizi düşünmüyoruz. Sadece, 'Senin sevincine ortak oluyoruz..' demek gibi bir mana olduğunu biliyoruz, o kadar..
*
Bazı 'kemalist-laik'ler bu tebrikleşmelerdeki 'Ramazan Bayramı' ifadesine bile tahammül edemiyorlar. Nitekim, Prof. E. Kongar ve benzerleri, Ramazan Bayramı'nın, Cumhuriyetin ilk yıllarında uydurulan şekliyle, -Şeker Bayramı' olarak anılması gerektiğine dair, tv. ekranlarından milletin aslî değerlerine saldırma cüretlerini sergilemeyi bu kutlu günümüzde bile sürdürmekten geri durmadılar, saygısızca saldırdılar.
Neymiş?
Efendim, bu ülkede Müslüman olmayanlar da varmış.. O halde onların da 'bayram sevincine katılabilmesi, 1923'lerden sonra, yeni bir toplum oluşturulabilmesi için, bu isim değişikliğine gidilmiş, Şeker Bayramı denilmiş imiş; ama, şimdi o da unutturulmaya çalışılıp, 'Ramazan Bayramı' deniliyormuş.. Dehşet verici bir değişiklik olmuş..
Hani, utanmaları zaten yok da; korkmasalar, antik Yunan'da, 'Bağbozumu Şenlikleri' adına yapıldığı gibi, 'içki bayramı olsun!' bile diyecekler.
Prof. Kongar, sıkıntı duymadan, 'Bu bayramın adı, herkesin bildiği gibi Şeker Bayramı idi.' diye bir cümle bile kurabiliyor. Ama, şimdi değiştirilmiş, 'Ramazan Bayramı' deniliyormuş..
Ne büyük felâket, değil mi!.
*
Kongar'ı konuşturan M. Yanardağ isimli kişi de ondan geri mi kalır? O da, 'Cumhuriyet'in, bazı bayramların, bazı beldelerin adını, bazı kavramları değiştirmesinin hep bir anlamı oldu.
Ramazan Bayramı yerine Şeker Bayramı denilmesinin de bir anlamı var. Dinî bir bayram, esasen dünyada Müslümanlar tarafından kutlanıyor, bunu biliyoruz.. Ancak Türkiye'de sadece Müslümanlar yaşamıyor, herkesi birleştiren bir bayram olmasında yarar görülmüş.' diyor. Gelsin öyleyse, 1930'ların mâlûm ruhu..
*
Evet, faşist kafalılığın, 1930'larından mâlûm uygulamalarından medet ummanın bu kadar cürretkâr oluşuna da, pess!.
Adam üstelik, 'Bu bayram dünyada Müslümanla tarafından kutlanıyor, bunu biliyoruz..' diye bir de bilgiçlik taslamaz mı? Ne kadar da çok bilgili, bu 'Cumhuriyet çocuğu'..
Efendim, 'Bu memlekette Müslüman olmayanlar da varmış, onun için bu bayramın adının değiştirilmesi', yeni bir toplum oluşturmak için gerekliymiş.. Kısaca, 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmak..' hevesleri depreşiyor, bu 1930'lardaki faşist, tepeden inmeci zorbaların.. Onlara kalsa, İslâm'a ait her ne varsa, Müslümanların isimleri bile değiştirilmeli..
Bu 'taife-i laicus'un zaman zaman dile getirdikleri, 'Cumhuriyet'in fabrika ayarlarına dönülmeli..' gibi sözlerinin hedefinin neleri içine aldığı ise, 1930'larda yapılanlardan öğrenilebilir.
Bazı safdiller, 'Yahu , o dönemde yapılanlar bir daha tekrarlanılamaz, onlar orada kaldı..' sanırlar; ama, ellerine fırsat geçtiğinde, her askerî darbeden sonra, yeniden nerelere tutunduklarını hatırlamak bile yeter.. Esasen, muhafazakârlık seviyesindeki 'dindar' kesimlere gülücük dağıtan mâlûm kemalist-laik siyasetçiler, kendi içlerinde, 'temel ilkelerden sapıldığı' şeklindeki itiraz sahiplerini, ilk şeflerinin çizgisinden 'bir milim bile sapma olmadığı' şeklindeki taahhütleriyle ikna etmeye çalışmıyorlar mı?
*
Gelelim, kendi içimizde var olan ve 'sorumluluklardan gizlicekaçınma' eğilimlerimizi sergilediğimiz hallere..
Siyonist İsrail rejiminin, sırtını dünyadaki bütün emperyal ve şeytanî güçlere dayayarak Filistin'de, ordusuz- savunmasız mazlum Müslüman halka karşı işlediği, yüzlerce insanı katlettiği, şehirlerini yerle bir ettiği, hiçbir insanî ve ahlâkî sınır tanımayan ve tarih boyunca, Yahudilere yapıldığı iddia olunan zulümlere taş çıkartan, Hitler ve benzerlerinin yüzünü ak eden cinayetleri karşısında..
Çoğumuzun ağzında, 'Allah kahretsin, kahrolsun İsrail.. Allah belâlarını versin..' sözleri..
Elbette, bir takım zulüm, cinayet ve ahlâksızlıkları elimizle, fizikî olarak önlemeye güç ve imkânımız yoksa, onlara karşı, dilimizle ve o da olmazsa, kalbimizde taşıdığımız buğz duygusuyla direnmemiz de emredilmiştir. Ama, biz işin kolayını seçiyor ve her şeyi Allah'a havale ediyoruz.
Bu bizi, sorumluluktan kurtarır mı?
Evet, dua bir sığınaktır. Ama, mesuliyetten kaçınmak için değil.. Kaldı ki, Kitabullah'da, Necm Sûresi'ndeki, 'İnsan için çalıştığından başkası yoktur..' meâlindeki 39. Âyeti de unutmamalıyız.
O halde, söylememiz gereken dua, 'Allah'ım, bu zalimlerin, bu ahlâksızların, insanlıktan nasipsiz, bu canavarlaşmış, zamane firavunlarının cezalandırılmasında, kahredilmesinde beni de memur eyle..' şeklinde olmalı değil midir? Biz ise genelde, kendi sorumluluğumuzu Allah'a havale etmeyi seviyoruz.
Evet, 'dua', bizi tembelliğe değil, mesuliyetlerimizi yerine getirmeye, şeran ve aklen alınması gereken tedbirleri alıp, üzerimize düşenleri yerine getirdikten sonra; en hayırlı olanı nasip etmesi ümidiyle, Allah'a sığınmaya yönlendirmeli değil midir?