Dün de yalnızdık ama ‘değersiz’ bir yalnızlıktı bu!

Efendim, dış politika böyle yürütülmezmiş... Bütün komşularımızla kavgalıymışız... Giderek yalnızlaşıyormuşuz... Erdoğan ne yapmaya çalışıyormuş...

Eleştiri bu...

Doğrudur, Türkiye’nin darbeye “darbe”, katliama “katliam” demesi, bunu diyemeyen (demek istemeyen) “uygar dünya” (!) açısından ciddi bir sıkıntı oluşturuyor.

Peki, Kemal Kılıçdaroğlu ve takımının sıkıntısı nedir?

Mısır’daki kirli oyunu deşifre etmeyelim mi?

Darbeyi ve katliamı kınamayalım mı?

Esad’ın cinayetlerini gündeme getirmeyelim mi?

Maliki’nin “mezhepçi” kalkışmalarına karşı, “Bir dakika, ne oluyoruz?” demeyelim mi?

İsrail’in işgal ve kıyım politikalarını eleştirmeyelim mi?

Efendim, tabii ki Mısır’daki darbeyi kınanmalıymışız... Katliama dur demeliymişiz. Ama bunun herhangi bir karşılığı ve getirisi yokmuş... Sırf ilkeli olacağız diye, kendimizi ateşe atmamalıymışız... Dış politika duygular üzerinden yürütülmezmiş...

Hadi diyelim ki bu da doğru.

Dış politika duygular üzerinden yürütülmez.

Peki, “ilkeli” tavır almamıza engel nedir?

Efendim, ilkeli tavır aldığımızda prestij kazanabilirmişiz ama bunu ulusal bir yarara çeviremezmişiz... (Demek istiyorlar ki, “İlkeli tavır alırsak, para kazanamayız...”)

Bu da doğrudur.

Para kazanamayız.

Bu durumda bize düşen, prestijle yaşamak ve “değerli yalnızlık” diyerek içine itildiğimiz durumumuzu meşrulaştırmak olur ki (dibine kadar meşru ve prestijli bir durumdur bu), Kemal Kılıçdaroğlu ve takımının “reel politik” adına karşı çıktıkları da bu.

Hem karşı çıkıyorlar, hem de dalgalarını geçiyorlar: “Sizin değerli yalnızlık dediğiniz şey dünyadan tecrit edilmek, komşularımızın düşmanlığını kazanmak, müttefiklerimiz nezdinde güvenilmez ilan edilmek midir? Bu mudur?”

Hadi bunu da kendi içinde tutarlı bir tespit sayalım...

O zaman biraz eskilere gidelim...

Kemal Kılıçdaroğlu’nun “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle açıkladığı reel politik yıllarına gidelim ve duruma bir bakalım...

Motto şuydu: “Üç yanımız denizle, dört yanımız düşmanlarla çevrili.”

Soğuk savaşın hüküm sürdüğü yıllardan ve Cumhuriyet’in erken döneminden söz ediyorum. (Sonrasında da durum fazla değişmedi gerçi...)

Sovyetler Birliği resmi düşmanımızdı...

Hinterlandındaki ülkeler de öyle: Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Romanya... Buna Arnavutluk, Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya gibi demir perde ülkelerini de dahil etmek lazım.

Irak’la düşmandık.

İran’la (Pehlevi rejimine rağmen) niza halindeydik...

Suriye’yle aramız hiç iyi olmadı. Bir Hatay meselemiz vardı. Hâlâ var.

Dış politikayı duygular üzerinden yürütmezdik, acayip reeldik (!) ama para da kazanamazdık. IMF’ye haraç öder dururduk.

Bugün neredeyse kanka pozisyonunda olduğumuz Yunanistan’la kanlı bıçaklıydık. Kıbrıs’a asker çıkardığımız için, ezeli düşmanlığı ebedi düşmanlığa çevirmiştik. İki taraf da, “savaş ha çıktı, ha çıkacak” psikolojisi içindeydi ve müthiş gergindi.

Müttefiklerimizle de aramızın iyi olduğu söylenemezdi.

Ne üreteceğimize, ne tüketeceğimize, ne satacağımıza, hangi kalemlerde dış alım yapacağımıza onlar karar verirdi.

Bir ağırlığımız yoktu...

İtibar skalasında en diplerdeydik.

Hiçbir ülkeye elimizi kolumuzu sallayarak gidemezdik.

Hiçbiriyle serbest ticaret yapamazdık.

Müthiş yalnızdık...

Üstelik “değersiz”bir yalnızlıktı bu...

Bir tek İsrail’le iyiydik.

Bu ülkenin cinayetlerine göz yumduğumuz ve MOSSAD’a çalışma alanı açtığımız için herhalde...

Böyle bir yalnızlıktansa, ben değerlisini tercih ediyorum.

Kemal Kılıçdaroğlu, Irak ziyaretiyle “değersiz yalnızlık” yıllarına dönüş sinyalleri vermiş olabilir ama siz, siz olun, “itildiğiniz hal”in kıymetini bilin...