Dünya, '3. Dünya Savaşı'nı, Godot'yu bekler gibi beklerken...

İrlandalı yazar Samuel Beckett'in 'Godot'yu Beklerken' (Waiting for Godot) isimli tiyatro eserinin özü, aslında bütün zamanlar ve mekânlardaki, içinden çıkılmaz zannedilen problemlerin öznesi olan insandır.

Oyunda, Vladimir ve Estragon adlı karakterlerin yolları kesişir, birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar. Ama neyi beklediklerini de bilemedikleri için, bekledikleri gerçekleşmedikçe, gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.. Eylemsizliklerine yenilmiş insanların sergilediği görüntü ve tepkileri verirler..

'Godot' adında, ne olduğu bilinmeyen bir kimse ya da bir şey olup onu beklemeye başlarlar. (Bu oyun, Ankara'ya yeni geldiğinde, 1960'larda okuduğum lise muadili yatılı okuldan bir grup halinde götürülmüştük.)

Oyunda Estragon devamlı oturur ve hattâ uyuklarken, Vladimir genelde ayakta durur. "Estragon uyuşuk, Vladimir ise, huysuzdur." Vladimir gökyüzüne, felsefî ve inanç konuları açısından bakar, düşünür. Estragon ise, 'yeryüzü'ne bakar ve zihnini hep, ne yiyeceği veya hangi durumlarda nasıl davranacağı konuları meşgul eder. Estragon sürekli unutur, Vladimir ise, sürekli hatırlatır.

Oyunda, aslında, üççeyrek asırla ifade edilen insan ömrünün; Dün, Bugün ve Yarın'ının birbirinden farklı olmadığı anlatılmaya çalışılmaktadır.

*

Özellikle Gazze Trajedisi'nin bu son sahnelenişinden bu yana , 10 aya yakın zamandır, Ortadoğu'da yaşananlar, bu bölgeyi tam bir saatli bombaya, ya da kocamaaan bir barut deposuna dönüştürdü. Bir 'Üçüncü Dünya Savaşı patlar mı?' sorusu dünyanın hemen her köşesinde daha önce olmadığı yoğunlukta konuşuluyor.. Hele de 'Gazze- Filistin'de yaşananlar yüzünden..

Ve 4 gün önce, Başkan Erdoğan'ın Rize'de yaptığı konuşma, -özet olarak- dünyada ayrı bir algılama, içerde daha bir farklı algılama ve tutum oluşturuverdi

Erdoğan, 'Libya'ya nasıl müdahale ettiysek, Dağlık- Karabağ'a nasıl müdahale ettiysek, İsrail'in Gazze ve Filistin konusunda yaptıklarına karşı biz de benzer şeyler yapabiliriz.. Bu günkü duruma böyle seyirci kalmamız düşünülemez, bunun için de çok güçlü olmamız gerek..' deyince.. Elbette bu sözler bir mesaj olarak değerlendirilecekti ve öyle oldu..,

Nitekim, içerde de, dışarda da..

Hele de içerde olanlardan niceleri, Erdoğan'ın 'daha çok güçlü olmalıyız..' sözüyle, 'Yoksa, çok daha güçlü olduk mesajı da mı veriliyor..' demeye bile başladılar.. Siyonist İsrail çetesinin Dışbakanı İsrael Katz ise, aklınca, 'Türkiye'yi ve Erdoğan'ı da Saddam'ın âkıbeti'yle korkutmaya kalkışacak kadar bayağılaştı..

Amerikan ve Avrupa medyaları da, bu sözleri 'İsrail'e dolaylı bir tehdit', ve 'aba altından sopa göstermek' olarak değerlendirdiler, tıpkı İsrail rejimi gibi..

Ama, ilginçtir, bu konuya hele de mahallî seçimler öncesinde 'Türkiye niye seyirci kalıyor?' diyenlerden niceleri şimdi, 'Bu sözlerin zamanı mıydı şimdi?' demeye başladılar.. Halbuki, Erdoğan, giderek bütün dünyayı saran endişeleri de karşılayacak ve bölgemizi bir yangın yerine çevirecek tehlikeli gelişmelere karşı, yakın geçmişe dair örnekleri de hatırlatarak, 'hazırlıklı olduğumuza ve çok daha güçlü olmak gereği'ne değiniyordu; bundan daha tabiî ne olabilir?

Ne yapmalıydı, yani..

'Biz zayıfız, bizi sokmayan yılan isterse bin yıl yaşasın..' mı desindi?

Kaldı ki, meselenin aslı, sadece Siyonist rejimin her tarafa saldırmaya kalkışması değil; onu oraya diken emperial -şeytanî irade.. Amerikan Başkanı Biden'ın, 'Eğer burada İsrail diye bir devlet kurulmamış olsaydı bile; biz Batı Dünyası olarak burada böyle bir devleti yine kurardık..' sözü, çok basit ve sıradan bir söz değildir ve meselenin özüne işaret ediyor.

Emperyalizmin asıl meselesi, Müslüman dünyasını hep başı eğik vaziyette tutmak..

Buna karşı, halklarının ekseriyeti Müslüman olan 55-56 ülkedeki 1,5 milyarlık dev bir kalabalık..

Evet, ama, sadece bir kalabalık..

Cihanşumûl bir karar merkezi, bütün Müslüman toplumları bir yönde hareket ettiren bir karar merkezi olmasa bile; en azından, iç hukuklarında kendi halklarının kararlarına göre; ama, dış siyaset, savunma, ekonomi ortak pazar ve ortak para birimi ve kendi aralarında vizesiz seyahat gibi konularda, AB'de uygulanan şekliyle bile bir 'Müslüman Ülkeler Konfederasyonu'; bir tek 'irade ve karar merkezi' oluşturamadılar, oluşturamadık; hele de son 100 yıldır yaşanılan bunca ağır sosyal ve diplomatik travma ve darbelere rağmen..

55 yıl öncelerde kurulan 'İslâm İşbirliği Teşkilatı,' ismine lâyık olamadı.. Filistin'de, Kıbrıs'ta, Keşmir'de, Afganistan'da, Yemen'de, İran-Irak Savaşı'nda, Bosna, Azerbaycan- Ermenistan savaşlarında , Kosova ve Çeçenistan, Sudan , Arakan, Somali vs. konularda bir ciddî varlık gösteremedi.. Yani, taa baştan, oksijen çadırında doğmuştu..

Bugün, dünyada, savaş kıvılcımının bütün dünyayı yangın yerine çevirme istidadı her zamankinden fazla.. O halde, her zamankinden daha uyanık ve güçlü olmanın zamanı..

*

Unutmayalım, Birinci Dünya Savaşı patlayınca, Müslüman dünyasını bir büyük güç odağı halinden çıkarmak için ele geçen fırsatlar iyi kullanıldı ve savaşın sonunda yenilen devletlerin, - Osmanlı Devleti hariç- her birisi bir çok acılar çektilerse de; varlıklarını yine de korudular. Ama, Müslümanların elindeki büyük güç buharlaştırıldı..

Ve, dahası, savaşan diğer ülkelerin her birisi, geçmişin bir daha yaşanmaması için, başta, yüzyıllardır birbirleriyle devamlı savaşan İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere, Avrupa Birliği etrafında bir güç merkezi oluşturdular..

Ama, Müslüman dünyası, maalesef... Hattâ, kabile, kavim, ırk ve dil farklılık ve ayrılıklarını esas alarak, 'ulus-devlet' teorilerine, çocukluk hastalıklarına sarıldılar. Halbuki, bu hastalığı, Avrupa kendi içinde geçmiş asırlarda yaşamışken, onu kendi bünyesinden çıkarıp, bizim üzerimize âdeta kusarcasına boşalttı..

Bugün, Müslüman halkların ve başlarındaki rejimlerin her zamankinden daha uyanık olması zamanı.. Yoksa, Godot'yu bekleyen ve ne beklediğini de bilmeyen safdillere döneriz..