Dünya sistemi çöktü, daha çok kan akar

Ne yazık ki, “büyük çöküşün” ve “kaçınılmaz hesaplaşmaların” çağına denk geldik, hep birlikte canımızın yanması kaçınılmaz görünüyor. 

Kapitalizmin 2008 çöküşünden bu yana, “liberalizm neden duvara tosladı” başlıklı araştırmalarda, liberal akademisyenler, yazarlar, kanaat önderleri, sürekli gerekçeler arıyorlar. 

Hepsi palavra!.. 

2’nci Dünya Savaşı’nda faşizmi, Soğuk Savaş’ta da komünizmi yendiklerini söyleyen liberaller, insanlığın artık, demokrasi, fikir özgürlüğü ve insan haklarına dayalı, hukukun üstünlüğünü hedefleyen bir yapıya “küresel” olarak geçeceğini savunuyorlardı. Bunun da ticaretin özgürleşmesi, sınırların şeffaflaşmasıyla tüm insanlığa “refah” olarak döneceğini söylüyorlardı. 

2018 yılında ortaya çıkan tablo: Dünya nüfusunun yüzde biri, bir yılda üretilen servetin yüzde 52’sine el koyuyor, geri kalan yüzde 48’i ise yüzde 99’u paylaşmaya çalışıyor. 

Bitmedi... 

Dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan 1.2 milyar insan günde 1 Dolar (yazıyla, bir Amerikan doları) kazanıyor!.. Yüzde 30’u oluşturan 1.8 milyar insanın cebine ise günde 2 Dolar giriyor!.. 

Süper güç ABD’de 15.7 Dolar milyoneri var, aynı ülkenin 43 milyon insanı gıda kuponlarıyla yaşıyor, “gıda güvenliği” yok!.. Rusya’nın 20 milyon vatandaşı da “açlık seviyesinde” yaşam sürdürüyor. “Komünist”(!) Çin’de yüzde 50 nüfus servetin yüzde 15’ine, yüzde 1 ise yüzde 42’sine sahip!.. 

Fazla uzatmayacağım, dünyanın en zengin ülkelerinin vatandaşları (ki, bu yüzde 20 demek) dünyadaki tüketimin yüzde 86’sını gerçekleştiriyor, geri kalan yüzde 80, yüzde 14 ile yetiniyor!.. Zengin ülkelerde “aşırı şişmanlıktan” ölenlerin sayısı, fakirlerin açlıktan ölenlerinden fazla!.. 

Bu, sürdürülebilir bir durum değildir. 

Afrika’da mültecilerin köle pazarlarında satıldığı, bölgesel savaşlarda yüzbinlerce çocuğun öldürüldüğü, ekmeğin küçülmesi, su alanlarının buharlaşması nedeniyle dini, etnik hatta kabile soykırımlarının gerçekleştiği bir “barbarlık çağından” geçiyoruz. 

Bunu Halep, Rakka, Doğu Guta ve Musul’da sistem bize gösterdi, onbinlerce insan moloz yığınlarının altında kaldı... 

Bu tablodan hiç söz etmeyen liberal düşünürler (!) tehlikenin büyüklüğünü görüp bağımsız önlemler almaya çalışan ülkeleri ise diktatörlüğe yönelmek, demokrasiye darbe vurmakla suçluyorlar.  

 

Yüzde 1 yaraya merhem olmayacak  

Bu yıl, Davos’ta fikir sahibi olduğuna inandığımız insanlar, bu korkunç tabloyu düzeltmek için toplandılar, sonuç, hayal kırıklığıdır. 

Utanmadan, Afrika, Ortadoğu, Asya’da radikal fikirlerin neden güçlendiğini, AB-ABD’de ırkçılık sorununu tartışıyorlar. 

Neden bellidir: Neo-liberalizm, insanlığın yüzde 50’sinde kaybedecek zincir bile bırakmadı!.. Böyle bir dünyada terörü ve savaşları durdurmak imkansızdır, daha büyük savaşlar ise kaçınılmazdır!..  

 

Türkiye’nin beka mücadelesi

Türkiye’nin zengin yüzde 1 için çalışan “küresel sistemden” kopuk bir sonuca varması mümkün değil, bugün nüfusun yüzde 1’i, ülke servetinin yüzde 55’ine hakim gözüküyor. (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı raporu, Ekim 2016) Üstelik, Güney Afrika merkezli New World Wealth örgütünün "Milyoner Göçü 2018" raporuna göre ülkesini terk eden “Dolar milyoneri” Türk sayısı, 6 bin!.. Bu “manidar” göç olayında Çin ve Hindistan’dan sonra 3’üncü sıradayız!.. 

Demek, cebini dolduranların hatırı sayılır bölümü, doğup-büyüdükleri, servetlerini yaptıkları ülkenin “beka mücadelesine” pek güvenmiyorlar, anlamlıdır!.. 

O zaman “beka mücadelesini” her alana yaymak zorundayız.. Bu aşamada artık, hedefimiz yüksek büyüme oranları kadar, ülkenin geleceğine dört eliyle sarılmış geniş kitlelerin yaşam karşısında başı dik durmasıdır. 

 

“Ekonomi anayasası”na ihtiyaç var  

Hep, siyaseti tartışmanın konforuna sığınmış görünüyoruz, oysa, çöken bir küresel sistem karşısında beka mücadelemiz, ekonomik tercihlerimize bağlıdır ve “neo-liberalizm” bizim bu hayati sorunumuz için kapı aralamıyor…

Durum net: Bizim bir ekonomi anayasasına ihtiyacımız var!..

Liberalizmin ürettiği en ağır insan hakları ihlali olan “fakirlikle” mücadelemizi, bu sistemin pervasızlığına teslim edemeyiz, “insani yaşam kriterlerini” de toplumsal bir uzlaşma ile belirlemek zorundayız. Açık söyleyeyim: O, asgari ücret tespit komisyonu toplantıları, bugünün koşullarında bir tiyatrodan ibarettir.

Örnek bir soru: Toplum olarak devleti yönetenlerin dış borçlanmasını yıllık ulusal üretimimizin yüzde kaçı oranında olmasını kabul ediyoruz, tartışan var mı?

Artık belli oldu: Sürdürülemez bir küresel sistemin dayattığı değerler ile yaşamamız mümkün değil.

Ya düzelteceğiz, ya öleceğiz…