Geçenlerde, felsefeyle fazla meşgul olan ve kendisini, 'Müslüman bir felsefeci' olarak niteleyen bir arkadaş, 'kesin inançlılar sağlıklı bir düşünce yapısı geliştiremezler...' kabilinden bir görüş ileri sürüyordu.
Halbuki, 'inanç', kesin kabulü gerektirir... Yani, şüphe edilen bir konuda bir 'inanç'tan bahsedilemez.
Bir dünya görüşünün, bir inancın, inanç sisteminin bütünüyle anladıktan sonra kabulü ve kişinin ona göre 'İnandım...' demesi, elbette ki daha doğru olandır ve tercih edilir. Ama bu, şart değildir. Yani, Kur'an'ın tamamını okuyup anlamak elbette en iyisidir ama bu, şart değildir.
Düşünelim ki, Ömer bin Hattab, kendisine söylemeden Müslüman olan kız kardeşini dövmek, cezalandırmak için onun evine gittiğinde, Kur'an okunmakta olduğunu görür ve dinlediği bir ayetin tesiriyle ve kız kardeşinin inandığı kitaba ve Peygamber'e kendisinin de iman ettiğini açıklar ve öylece, Hz. Ömer olmuştu.
*
Bizim Müslümanlar olarak çocukluğumuzdan beri ezberlediğimiz ve okuduğumuz, devamlı tekrar ettiğimiz bir inanç formülümüz vardır, buna 'Amentü' (İman ettim!) ' deriz... Bu formülün içinde, Allah'a ve meleklerine, 'kitap'larına, Peygamberlerine, ahiret günü'ne ve Ölümden sonra dirileceğimize; Kader, Hayır ve Şerr'in yaratıcısının Allah olduğu' şeklindeki kesin inançlarımız vardır. Keza, Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun 'kul'u ve Resulü olduğuna kesin olarak inandığımızı da tekrarlarız.
Evet, bunlar kesin inançlarımızın temelidir.
Bu temel ölçü ve sınırların dışına çıkmamak ve o aslî temeller içinde kalmak şartıyla, farklı yorumlar, elbette olur ve olacaktır.
Nitekim bu yorum- tefsir farklılığından dolayı 14 asır boyunca yüzlerce müfessir yetişmiş ve her bir müfessir ilim, idrak, ve müşahede gücüne göre birbirinden farklı yorumlarda bulunmuşlardır.
Denilir ki, bir âlim kişi, bir başka âlim kişinin görüşlerine, tefsirlerine katılmadığını belirtmek isterken, 'Ben, onun her görüşüne, 'Lâ..' (Hayır!) derim...' gibi bir iddialı laf etmiş.
Bu sözü işiten ârif zat, o kişiyle karşılaşınca, daha uzaktan, 'Lâ ilâhe illallah...' deyince, o kişi hadsizlik ettiğini anlamış. Çünkü ona nasıl 'Lâ' diyebilirdi?'
*
Başka dinlerde, inançlarda ve hatta ideolojik yorumlardaki farklılıklardan dolayı, nice düşmanlıklar, savaşlar meydana geldiğine, binlerce yıllık beşer tarihi şahittir. Sadece, çok uzak değil, 500 sene öncelerde, 1520'lerde, Avrupa'da ortaya korkunç mezhep savaşlarını çıktığını okuyacak olsak, midemiz de kaldırmaz, idrakimiz de... -Katolik ve Protestan mezheplerinin bağlılarının, yüzbinler halinde öldürülmesinden dolayı, cesetleri kaldıracak kimse bile kalmadığından, o cesetleri yiyen farelerin kedi büyüklüğüne eriştikleri anlatılır.-
*
Temelde aynı inancı paylaştığını söyleyenler arasındaki düşmanlıklardan maalesef, Müslümanlar da uzak duramamışlar ve 14 asır boyunca pek çok gruplara ayrılmışlardır.
Daha da ilginci, her bir grup, sadece kendisinin 'fırka'y-ı nâciye' / kurtulmuş taife' olduğu ve diğerlerinin dalalet ve butlan içinde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bunun en başında da, Sünnilik ve Şiilik şeklindeki ihtilaf gelir. Hz. Ali'nin kendisinden önceki üç halifeyle herhangi bir karşıtlık, ihtilafı veya düşmanlığı olmamışken; daha sonra meydana gelen ihtilaflar, bir dağdan yuvarlanan bir küçük kartopunun, sonra çığa dönüşmesi ve o çığın, dağlardan, derelerden, sellerden getirdiği çör-çöp veya kaya parçalarıyla, hepimizin yolu tıkanmıştır. Bu acı tablo, Müslüman tarihinde asırlarca devam etmiştir.
*
Bunları niçin yazıyorum. Acı bir konuya değinmekten kaçınabilmek ve yangına benzinle gitmek durumuna da gelmemek için dolaylı anlatımları tercih ediyorum.
*
Suriye'de son iki hafta içinde olanlar üzerine durmayacağız.
Geleceğin, ne ve nasıl olacağını bilmiyoruz, elbette, ama bir Suriye'deki bir zamane 'Şah'ı da devrildi, gitti. Müslüman halkın üzerinden ağır bir firavunluk yükü kalktı. Ama bu sefer de, devreye başka anlayışlar sökün etmeye başladı.
*
İki Müslüman düşününüz. İkisi de, Müslümanların dünya çapında birliğinin tesis olunmasını her zamankinden daha bir kesin zaruretle istiyorlar. Ama, Suriye'de olan bitenler değerlendirilirken, birisi, hemen, konuyu sadece Amerika gücüyle izah etmeye kalkışıyor.
'Üzüntülüyüz.' diyor. 'Çünkü direniş cephesi çöktü...' diyor.
Yahu, orada bir direniş yoktu!' diyorsunuz; sizi, hiçbir şeyden habersiz sanırcasına, yığınla yanlış ve temelsiz tezler... Nasıl da kanmışlar, kandırılmışlar...
Dahası, suçlamalarda, asıl saldırı, Tayyib Erdoğan'a yapılıyor. 'İsrail ve Amerika'yla birlikte hareket edildiği' gibi iftiranın da ötesinde yakıştırmalar. Hatta, 45 yıl öncelerdeki İslam İnkılabı hareketinin büyük âlimlerinden olup, birinci yılda katledilen Murteza Mutahharî'nin, itidalli yazılarıyla bilinen oğlu Ali Mutahharî bile, Tayyib Erdoğan'ın 'Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiği'ne dair yıllardır söylediklerini hiç duymamış olmalı ki; evvelki gün, 'Halep, Hama, Humusu ve diğer Suriye şehirlerinin 1. Dünya Savaşı'ndan önce Osmanlı'ya ait olduğunu ileri sürerek Türkiye'ye ait olduğunu' söylediğini yazabildi... Ve o yorumun altında yazılan ne çirkin yakıştırmalar.
Bu zehirli, 'psikolojik /propaganda savaşı'na dikkat... Ama elbette aynı çirkinliklere düşmeden...
*