E, biz de yıllardır bunu anlatmaya çalışıyoruz işte!

İttihatçıların “milli burjuvazi” oluşturma fikri hüsranla sonuçlandı. Sonrasında “ekalliyet düşmanlığı”na dönüştü.

Fikrin babalarından Kara Kemal yıllar sonra “zengin”le “burjuva”nın aynı şey olmadığını söyleyecek, “yanıldıklarını” itiraf edecektir.

İttihatçıların (Kara Kemal’in tasavvurundaki sermaye anlayışının) bittiği/bitirildiği noktada “onlar” sahne aldı.

Hani, “Olmasaydın, olmazdık” diye ilan veren ve hep de hükümet düşürme organizasyonlarında, Gümrük Birliği karşıtı nümayişlerde, IMF adına “hükümet sıkıştırma” oyunlarında, anti-demokratik gövde gösterilerinde, Gezi olaylarında, şurda burada karşımıza çıkan ünlü sermaye grubu...

İsmi lazım değil...

Bir vakitler, “konjonktür öyle icap ettirdiği için” gazete ilanıyla hükümet düşüren “konsorsiyum”un içinde yer almışlardı... Sonra, bazı rantların ve teşviklerin devamı uğruna, vaktiyle Başbakanlıktan düşürdükleri adamın (BülentEcevit’in) arkasında hizalandılar, onun aldığı ekonomik kararlara (yani Kemal Derviş’li IMF programına) destek çıktılar.

Hep, “Türkiye’nin en hareketli sermaye grubu” niteliği taşıdılar ama çalışma hayatları boyunca, (Nihat Genç’in ifadesiyle) “Sultanahmet’te, turistlere kartpostal satan kara saçlı bir çocuk kadar bile ülkeye döviz kazandırmadılar.”

Büyük sermayenin tabiatı budur.

Üretmeye değil, hep almaya, hazıra konmaya kurgulanmıştır.

Bütün o İzmir İktisat Kongreleri, sanayileşme çabaları, devlet güdümlü teşvik ve yatırım programları aynı kapıya çıkar; taponcu sermayeyi koruyup palazlandırmak ve en nihayetinde sermaye sınıfının yedeğinde ulusal (!) ve laik özellikler gösteren bir “orta sınıf” türetmek.

Batı’daki burjuvaziden farklı olarak, bu sınıf, devlete yaslandıkça semirdi; devlete borç para veren “repocu” kazurat takımını türetti. Rekabetten korktuğu için de, dünyaya açılmak yerine “iç pazar”ı parsellemeye yöneldi; ürettiği çürük-çarık malları dünya ortalamasının üzerinde fiyatlarla yoksul Türk halkına kaktırdı.

Bu sınıf, yıllarca, nesebi gayrı sahih bir bayram olan Yerli Malları Haftası’yla kendisine bir kulvar açmaya, rekabet düzenine başkaldırıp palazlanmaya çalıştı.

Palazlandı da...

İçe kapanmacı, totaliter, faşist ülkelerin züğürt tesellisiydi oysa Yerli Malları Haftası... Beceriksiz, tembel, “üretici ruh”tan yoksun yöneticilerin mazeret beyanı... “Yerli mallarını” özendiren “devletlu” ve tahsisli burjuvazi, öte yandan, “yerli düşünce”yi bu topraklardan kovmak için elinden gelen her melaneti sergiledi. “Yerli Malları Haftası”nın buyurgan, sert, totaliter yönetimlerin “bozuk düzen”e payanda olacak “iç zengin” yaratma tezgâhından başka bir şey olmadığını ne yazık ki geç fehmedebildik. (Hemen bir düzeltme: İtirazımız “yerli mallarına” değil, “yerli malları ideolojisi”ne...)

Ülkeye pasaklı, kara saçlı bir çocuk kadar bile döviz kazandırmamış büyük holdinglerimizi, otomotiv ilahlarımızı, taponcu sermayemizi, Türkiye’nin gelir dağılımı bozuk ülkelerden biri olması hiçbir zaman rahatsız etmedi... Halk Ekmek kuyruklarında telef olan bu yoksul halk; proteinsizlikten, bakımsızlıktan vereme, koleraya, tifüse yakalanan bu kara kalabalıklar hiçbir zaman onları ilgilendirmedi...

Halkla temas ettikleri tek alan, Gezi Parkı’ydı.

Ki, zengin mahallelerin, seçkin muhitlerin, görgülü semtlerin ahalisiydi onlar da...

İlan vermişler: “Olmasaydın, olmazdık...”

Biz de yıllardır bu gerçeği anlatmaya çalışıyoruz işte, “Olmasaydı, olmazdınız.”