E, biz halkız ne de olsa!

Demokrasi için rejimlerin en iyisi denir. Daha realist olmak isteyen bâzı kimselerin “eniyisi” yerine “en az kötüsü” dedikleri de olur.

İster öyle ister böyle, benim kesin şahsî kanaatim de beşeriyetin bugüne kadar demokrasiden daha kaliteli bir yönetim tarzı bulamadığı yolundadır.

Onun için değişik çağlarda ve ülkelerde demokrasi uğruna verilen mücâdelelere ve katlanılan fedâkârlıklara öteden beri saygı duyarım.

Demokrasiyi kaliteli ve genel olarak bütün insanlara yararlı kılan özelliklerden biri, herhangi bir ülkeyi yönetme işini çoğunluğa bırakmasıdır ama devâmında azınlığa da o çoğunluğu denetleme görevini yüklemesidir.

Eğer iyi işliyorsa bu sistemin bir faydası, doğrudan doğruya hükûmet edemeyenlere de mes’ûliyet yüklemesi ve ayrıca iktidarda bulunan çoğunluğa bir tür kendini kontrol mekanizması sağlamasıdır.

Peki, bu sistemin iyi işlemesi ne demek?

Burada zannımca en önemli şart muhâlefetin bu görevi ciddîye almasıdır.

Ciddîye almaksa, diğer şartlar meyânında, dürüst olmakla kaabildir.

Yâni eğer muhâlefet, her ne olursa olsun her şeye “kötü” demeyi şiâr edindiyse o sistemin iyi işlemesi sözkonusu olamaz. Zâten böyle bir muhâlefeti bir süre sonra pek ciddîye alan da kalmaz.

Bir iktidar partisi, ağzıyla kuş tutsa muhâlefete yaranamayacağını bilirse bir süre sonra artık faaliyetlerinde o muhâlefeti hesâba katmakdan da vazgeçer.

Bu ise hem muhâlefet hem de iktidar açısından şâyân-ı teessüf bir durumdur. Çünki anlamı, muhâlefetin -tâbir mâzur görülsün- adam yerine konulmaması, iktidârın ise, zaman zaman altın değerindeki bir kontrol mekanizmasını elinden kaçırmasıdır.

Ben Türkiye’de politik hayâtımızın maalesef bu tehlikeli çığıra doğru sürüklendiği kaygısını taşıyorum.

Şimdi insâf ile hâfızalarımızı yoklayalım; siz son on yıl boyunca Anamuhâlefet CHP’nin AK Parti iktidârını tek bir konuda övdüğünü, övmekden vazgeçdim, hiç değilse “Eh, şuyapdıkları iş de fenâ sayılmaz!” dediğini hatırlıyor musunuz?

Hâfızamın çok zayıf olduğunu sanmıyorum ama ben hatırlamıyorum!

Şâyet ez-kazâ olmuş olsaydı takvimin o yaprağına koskoca bir, hayır, üç ünlem işâreti koymuş bulunurdum!

On birinci senesinde bu tadsız tuzsuz oyun artık o raddeye vardı ki CHP’nin sâdık seçmenleri dahî sıkılmaya başladılar.

Lütfen yanlış anlaşılmasın!

AK Parti on bir senedir hiç hatâ işlemedi diyecek kadar ayakları yerden kesilmiş biri değilim. Hiç şübhesiz pek çok hatâları olmuşdur.

Olmuşdur ama bir parti ardarda üç seçimi, üstelik oy oranlarını her seferinde arttırarak kazanmışsa bir muhâlefet partisinin de oturup fesini (Pardon! “Ata”yâdigârı Fötr şapkasını) önüne koyarak bu başarının sebebleri üzerinde biraz kafa yorması, bir mikdar îmâl-i fikreylemesi gerekmez mi?

İstediğiniz Batı ülkesinin târihini inceleyiniz, göreceksiniz ki ikinci seçimlerde oy oranını daha da arttırarak iktidarda kalan partiler vardır ama üçüncü seçimlerde, kazansalar bile oy oranları bir mikdar düşer.

Bizdeki bu durum bir istisnâ ve bir rekordur!

Fakat CHP merdce bunun adını telaffuz etmek yerine âdetâ Türk Halkı’nın yüzde 50’sini ahmak yerine koyan bir tavır içine giriyor.

Evet, Hanımlar ve Beyler, ay, dilim dolandı; Bayanlar ve Baylar, halkın yüzde 25’i akıllı, yüzde 25’i yarım akıllı ve yüzde 50’si de sıvama salak!

Neden?

AK Parti’ye oy verdikleri ve anlaşılan vermeye devâm edecekleri için!

Yâhû, Allah rızâsı için bir meselede, ama sâdece tek bir meselede; ekonomik, kültürel, iç politik, dış politik tek bir meselede AK Parti’den farklı bir şey yapacağınızı ve o farkın ne olacağını anlatın da âbâd olalım!

Sonra oyumuzu da gidip huzûr-u kalb ile size verelim!

Yapar mıyız yaparız!

Biz halkız, bizden herşey beklenir!