Aslında “yalınayak” demeliydim. Etkin, muktedir, saygın erkekleri, bir anlığına bile olsa, yalınayak olarak tahayyül etmek beni altüst ediyor. Sanki örtbas ettikleri bir sır ifşa olmuş gibi geliyor. Erkeklerdeki yalınayaklık “birinci cins” aleyhine bir tür indirgenme hissi veriyor bana. Bunun sadece bir istinası var, namaz kıldığını bildiğim erkeklerdeki “yalınayaklık” onları kadınlara, çocuklara, ağaçlara, toprağa yakınlaştırıyor.
***
ERTUĞRUL ÖZKÖK’ün Umre’ye gidiş günleri... Kendisini benim nazarımdaki “ayakkabısız erkekler listesinde” ilk sıraya oturtan altüst edici o fotoğraf. Arkada Kabe-i Şerif, fotoğrafın ön cephesinde pek tabii ayakkabısız haliyle oturan Ertuğrul Bey. Ama yüzü hafif asık, sanki okulun ilk gününde annesinden ayrılmanın verdiği ıstıraplı gerginlikle huzursuz bir çocuk, bir işi ilk kez deneyimleyen insanlara has buluğ çarpıntısı, tam bir karmaşa. Bu fotoğraftaki tüm tekinsizlikleri tolore eden, arkada daha büyük bir şey var: Her şey, ne varsa dünyada bize dair, insanoğluna dair, Allah’ın önünde, huzurunda cereyan ediyor. Kral olabilirsiniz belki ama tacınızın çıkacağı bir gün muhakkak gelir, her erkek isteyerek istemeyerek yalınayak kalacaktır bir gün... Bahsettiğim fotoğraf, ağır 28 Şubat hatıraları içinden Ertuğrul Özkök’ün, insan yüzünü açmıştır bana... Umresini tebrik ettiğim görüşmemizde, siyasetten edebiyata konuşmuştuk. Faulkner’ın Murat Belge’nin harika çevirisiyle dilimize aktarılmış 1972 baskılı “Ayı”sından söz açınca, gözleri parlamıştı. Sadece modern insanın yabani dünyayı elegeçiriş sürecini anlatmaz bu kitap, aynı zamanda ciddi bir ırk ayrımcılığı eleştirisi yapar arkada. Faulkner ve Belge isimlerinin Özkök’te tetiklediği gençlik ateşi, o koca adamın o koca plazada aslında çok da mutlu olmadığını söylemişti bana. 28 Şubat özeleştirisine çoktan başlamıştı, hepimizi çepeçevre kuşatan paslı küflü balans ayarlarından bıkmış gibiydi... Her kötülük bir gün sıradanlaşır. Meşhur tuvaletlerde çektirdiği fotoğrafını da sadece aykırılık hakkında bir rekor denemesi olarak okumuyorum. Ressam Decamps mecburen sürrealdi, kulaklarını kesecek kadar geçemediği için gerçek bir ağrının içinden, bıyık takmıştı Mona Lisa’ya. Bunun gibi.
***
“Ayakkabısız erkekler” listemde birinciliği muarızıyla paylaşan diğer isim, HASAN KARAKAYA’dır. O, tanıdığım en güçlü santrafordur, bunu yedek kulübesinden yazıyorum. Yazım tarzı, Avukat Verges’yi andırır, saman kağıda kurşun kalemle yazar, daktilosu matkaptır, her yazısı “savunma saldırıyor” stiline çıkar. Pike yapmadan, bulvara, avangarda yaslanmadan tamamlamaz hiçbir uçuşunu. Ben onu tanımazdan evvel, boyu iki metre civarında pehlivan endamlı birisi zannederdim. Tüm benzeri zanlara karşın, Hasan Karakaya’nın aslında yufka yürekli bir insan oluşunu farkedişim, aynı kafilede yaptığımız Umre ziyaretine denk gelir. Onun o kalabalıklardan sıyrılış azmi, herkesten ayrı bir köşede başı önde gözyaşları içinde ağlayışları, yüzünü yakan güneşin altında herkesten çok döndüğü tavafları, özellikle hanımlara gösterdiği nezaket, jest ve tevazü hayret verecek derecedeydi. Yalınayak bir dervişti sanki, yalnızlığın, mahcubiyetin derin dehlizlerine kaçan, hep gerilerde kalmayı adet edinmiş yetim bir çocuğun melankolisiyle geziniyordu çölde. Çöl onun tüm savaş malzemelerini nedametle çıkarttığı, onu yalınayak kılan, kadınlara, çocuklara, çekirgelere, ağaçlara, tütsülere yakınlaştıran bir tılsımdı. Zükarneyn gibi çift başlı miğferiniz de olsa, günün birinde ayakkabısız yakalayacaktır kader sizi. Tıpkı, Deli Dumrul’a hanyayla konyayı öğretiveren ölüm meleği gibi. Başka büyük bir şey etkindi Umre’de çektiğim Hasan Karakaya fotoğraflarında: Herşey Allah’ın önünde, nazarında geçiyordu aslında ve hepimiz geçiciydik.
Yalınayak.
Ayakkabısız.