Enflasyon deyip geçme, gör ardında yatan çamuru...

Türkiye’de enflasyon son 43 yılın en düşük düzeyine indi; çok güzel, benim gibi yetmişli yılları bir memur çocuğu ya da dar gelirli bir ailenin bireyi olarak yaşamış olanlar için gerçekten ‘çok şükür, çok şükür, bugünleri de gördük’ dedirtecek bir sonuç. Ancak, yetmişli yıllarda bir memur ailesinin çocuğu olarak işçi-memur aylıklarının ay sonunda nasıl eriyip gittiğini gördükten sonra ‘şu güzel günlere’ pek sevinemiyorum.  Eskiden enflasyon denilen gelir aktarım mekanizmasına ihtiyacı olanların artık buna ihtiyacı olmadığını,  hatta tam aksine enflasyonun onlar için de artık katlanılamaz bir süreç ve istikrarsızlık unsuru olduğunu biliyoruz.  Ama bundan öte, enflasyonun yalnız ‘parasal’ önlemlerle düşmesinin yani ‘fiyat istikrarı’ denilen sürecin de, tıpkı yetmişli yıllardaki enflasyon süreci gibi, dar gelirliler için pek hayırlı bir ‘şey’ olmadığını da biliyoruz. 

Türkiye’de enflasyon bir gelir aktarım mekanizmasıydı. Türkiye’de enflasyon ekonomisinin ve bu ekonomiden çıkışın tarihine baktığınızda sizi çok şaşırtacak sonuçlarla karşılaşırsınız. Mesela hep söylenir ya Türkiye ikinci dünya savaşına girmedi, kazançlı çıktı’ diye bu çok yanlış bir ‘bilgidir.’ Türkiye, 2. Dünya Savaşı’na-başka bir şekilde- girmiştir ve kaybetmiştir. Bakın, savaşa giden süreçte, tek parti hükümeti bir kararname çıkartarak Merkez Bankası’na, Hazine güvencesi taşıyan kamu bonoları karşılığında dolaşıma para çıkarma yetkisi verdi. ‘ Kamu kesiminin Merkez Bankası’ndan borçlanması 1938 yılı sonunda 84 milyondan 1942 yılı sonunda 605 milyon liraya, dolanımdaki banknot değeri ise 1938’de 282 milyon liradan 1942 yılında 734 milyon liraya çıktı. Ortaya çıkan parasal genişleme ve ithal mallarındaki kıtlığa; halkın panik içinde tüm mallara olan talebini arttırması, buna karşılık tüccarın da stok yapması da eklenince fiyatlar hızla yükselmeye başladı. ( Oktay Yenal; 2003) Burada Oktay Yenal’ın cümlesinde geçen stok yapan tüccara sonra geleceğiz. Ama hükümet artan fiyatlar karşısında ne yaptı dersiniz; bir Milli Koruma Kanunu çıkartarak stok denetlemeye ve fiyatlara narh koymaya kalktı. Ancak stokçuluk daha da attı ve fiyatlar daha da yükseldi. Öyle ki, hükümet, 1941 yılında ortaya çıkan un ve şeker sıkıntısı karşında pasta yapımını yasakladı. Sonraki yıllarda bu pasta yasağı kitap ve yayın yasağına dönüştü biliyorsunuz. Ama kökeni budur. O yıllarda ABD ve İngiltere, Türkiye’nin savaşa-fiilen- girmemesini tercih etmişlerdi, çünkü savaş sonrası Avrupa’yı ve Sovyet genişlemesini kestiremiyorlardı.  Türkiye’de savaşın oluşturacağı çarpık ekonominin yaratacağı yeni zenginler ve onlarla ittifak yapacak asker ve bürokrasi mecburen ‘batı’ ya yanaşacaktı. Nitekim Türkiye 1947 yılında IMF ile tanıştı ve devalüasyonlarla bezenmiş enflasyoncu darbeler süreci başladı.

Stokçu tüccarlar, post modern darbeler...

Şimdi Oktay Yenal’ın şu stokçu tüccarlarına gelelim. Bunlar, hem savaş yıllarında hem de IMF ile gelen ‘içeriyi sömürerek’ dışarıya kaynak aktarma mekanizmasını dönemlerinde servetlerine servet kattılar. Sivil ve askeri bürokrasiyi önce denetlediler sonra da yönlendirmeye başladılar. Aynı süreçte batının bayisi, taşeronu oldular. Yukarıda anlattığım ‘şeker sıkıntı’nın savaş yüzünden olduğunu söyleyenler olabilir. Ancak 1955 yılında bu stokçu tüccarların ikinci kuşağı tüccarlıktan sanayiciliğe geçeceğiz diye kısa vadeli yüksek faizli kredilerle ithalat yapmaya başlamıştı. Devlet vergi toplayamıyor ve harcamaları Merkez Bankası avansı ile yani para basarak karşılıyordu. İç fiyatlar artıyor ancak stokçu tüccarların ve ithalatçı çakma sanayicinin denetlediği bürokrasi ithalat ucuz olsun diye kuru sabit tutuyordu. Bir müddet sonra bürokrasi ithalatı ve döviz tahsisini izne bağladı ancak bu,  yolsuzluğu, karaborsayı ve üçkâğıtçı yeni zenginleri arttırmaktan başka bir işe yaramadı. (Bu süreçte şeker yine karneye bağlandı) İşte bu ‘yerli’ çakma sanayiciler yani stokçu tüccarlar önce 1955 yılında rakip gördükleri ‘yabancı’ tüccarlara karşı 6-7 Eylül’ü, derin devleti devreye sokarak, tezgâhladılar sonra da 1960’da darbe yaptılar. 6-7 Eylül 1955, 27 Mayıs-1960’ın öncüsüdür. Sonraki yılları biliyorsunuz; bu yıllar Darbe-Demirel sarkacı açık ve örtülü faşizm dönemleridir.

 Bu stokçu tüccarlar, onların tek partisi, çakma sanayiciler ve onların askeri-bürokrasisi doksanlarda medyada çok güçlendiler. Büyük bir soygunu ve bunun büyük siyasetini ‘bin yıl’ sürecek şekilde planladılar. Dün bu sürecin baş memurlarından biri gözaltına alınmış, üzücü. Tam da enflasyon 43 yılın en düşüğüne gelmişken...

Ama şunu söyleyeyim; Türkiye artık dünyanın bir parçası, küresel ekonomi hızla aynılaşıyor. Açık ekonomilerde enflasyon farkı çok olmaz. Ve enflasyon, gerçek anlamda katma değere dayanan, rekabet eden, teknoloji üreten, adil bir ekonomi ile yok olur. Post modern darbeler de memurları değil, patronları gözaltına alarak biter.