‘Epik’ veya ‘mistik’ vesayete düşmeden

DIŞ GÜÇLER: Asya ve Ortadoğu’nun tüm jeopolitik ve medeni birikimlerini sırtlayarak bir “atbaşı” görünümünde, gözünü, hızını, koşusunu, “Batı”ya çevirmiş bir yarımadadan söz ediyoruz Türkiye derken... Türkiye’nin kaderi, yarımada oluşuyla çok ilgili, bu hal onu, bozkır steplerinde koşturduğu günlerden beri uyanık, gergin, tetikte olmaya zorlamış. Karlofça’dan bu yana geri püskürtülüp, sırtı kolu kanadı budana budana, en nihayetinde Sevr ve Lozan’la kıstırıldığı son Yarımada’da... Baş edilmez gerginliğini, hiç de haksız sayılmayacak tedirginliğini, çok iyi anlıyorum ben ülkemin...

Oğuzlar zamanında budunlarımızı parçalayan “sinsi” Çin Prenseslerinden, Batı’nın ilim ve fennini alıp da geri gelsin diye Avrupalara gönderdikten sonra, “Batı” tarafından fesada uğratılıp, işi İttihad Terakki macerasına kadar sürükleyen “Batıcı” aydınlarımıza... Saklasa da “Mason” olduğundan çoğumuzun şüphelendiği siyasetçilerimize... Medyadan üniversitelere, sanayiden sanat dünyasına değin yuvalanmış “sabetay, kripto ajanlarımıza” kadar... Dış güçlerin içimize yerleştirdiği “şer mihraklar” bilgisi... Solcumuzdan Sağcımıza, hepimizde “anadan doğma” bir halde, az ya da çok vardır. Aramızda, bu “bilgi”ye kendisini hiç kaptırmamış olanlarımız bile, “varoluş miti” halinde her dönemde kulaktan kulağa işleyen bu epik fısıltının içinde büyümüştür... Bunu değersiz bulduğum zannedilmesin. Bununla baş etmek zorundayız.

Son yaşadığımız krizde “yolsuzluk” antetli hükümet eleştirisi, giderek “siyasete darbe” ve “uluslararası kuşatma projesi” fotoğrafına dönüşürken... Yüzlerce yıllık kaybediş, sürgün ediliş, mahvoluş gerçekleriyle halen ayakta durma ve varoluş mücadelesi veren tüm “Doğu”ların gözü ve ümidi mesabesindeki Türkiye... Elbette haklıdır tedirgin, gergin ve teyakkuz olma hallerinde. Bu “hal”i, “hukuk devleti” prensipleriyle kontrol etmezsek şayet, ilk adımında “bizler ve onlar” şeklinde ayrışmaya, ardındansa “cadı avı”na dönüşecek ve sokaktaki insanlara, evlere kadar sirayet edebilecek bir bölünmeye gidebilir mazallah...

MİSTİK-AŞKIN SÖYLEM: Tüm dünya; geride bıraktığımız yüzyıldaki feci bilançodan rahatsız... Savaşlar, işgaller, sömürü,adaletsiz gelir dağılımı, ilerleme ve gelişim adına maruz kaldığımız kimyasal ve klimatif tehditler derken, kapıldığımız güce yenilmişlik hissi, insanlığımıza dair mahkum olduğumuz derin yabancılaşma ve yalnızlık... Tüm dünyayı yeni “mistik arayışlar ve keşifler”e yönlendiriyor.

Tasavvuf ve Uzakdoğu öğretilerinin, hatta dar çeperli modern zamantarikatlarının revaçta olduğu bir zaman dilimindeyiz. Bunu anlamsız, değersiz bulduğumu söyleyemem. Zira çağımız insanının gönül yorgunluğunu, geçmiş asrın büyük ideallerinin açtığı derin yaraların halen kanamakta olduğunu, kendi küçüklüğünü idrak eden insanoğlunun çaresizliğini, hiç de yabana atamam, atmamalıyız...

Fakat mistik ve aşkın söylemin en büyük handikapı, davet ettiği gönüllülerini, muhiblerini, dünyayı kuşatmış tüm maddi vesayet değirmenlerinin elinden kurtarmayı vaad ederken... Kendi vesayet inhisarına alabilme kudretiyle ilgilidir. Dış baskılarla değişik yöntemler aracılığıyla baş edebilir fert. Ama mistik ve aşkın söylemdeki adeta kaderleşmiş, hatta Allah’tan, Peygamberlerden, Azizlerden tevarüs ettiğini düşündüğü iç vesayetle kolay kolay baş edemez insan...

Hele ki mistik ve aşkın söylem, siyasal içerikle tahkim edildiğinde; “bizler ve onlar” şeklindeki sekter ayrım, kazanacağı dinsel/tinsel mukavemetle toplumsal barışın önünde hiç de hesap edilmeyen metalik bir miğfere dönüşebilir. Bu hal, ipeğin garip bir iksirle demire dönüşebileceği bir eşiktir. İki kaşın üstünde açılacak 3.göz ile kamikaze neferlerinin alınlarındaki ölüm yemini arasında sadece bir nefes vardır...

Bu yazı “laiklik güzellemesi” veya “hukuk devleti ezberi” için yazılmadı.Yukarıda bahsettiğim her iki kırılganlığın da içinden, bir şekilde geçmiş, durmuş, bakmış, dokunmuş bir kişi olarak konuşuyorum.

Şimdi bizim; “orta halli”... “aklı sahipleri” olarak... Durup düşünmemiz gerekiyor...