Erdoğan’ı yok ettiğinizde neyi kurtarmış olacaksınız?

On küsur yıl olmuş... “Türkiye’nin çıkışı siyasetten ve bugün yok etmeye uğraştıkları siyasetçinin ispat-i vücut etmesinden geçiyor” diyeli on küsur yıl olmuş...

Müstear isimle yazıyordum...

Üzerinize afiyet, az biraz yasaklıydım...

Hakkımda açılmış onlarca davayı bertaraf edebilmek ve adli takibattan kurtulmak için bir “mahlas”ın arkasına sığınmıştım. Bunun ayıbı da, 28 Şubat’çılara ve darbeye can veren meslektaşlarımıza ait elbette...

Hatırlayalım:

Kara kalabalıkların, hapislere atılmış, siyaseten dışlanmış, hâlâ birtakım yasaklarla (bugün de saldırılarla) boğuşan bir siyasetçiyle kaderini “bu ölçüde” tevhit etmesini neye yormalı?

Makul çoğunluk (aynı zamanda “canlı hayvan taciri” olan gazetecinin kavramsallaştırdığı “çoğunluk”la ilgisi yok bunun, adına “halk” denilen kara kalabalıklardan söz ediyorum), Erdoğan’ı seviyor.

Giderek “bağlanma”ya dönüşen bir sevgi bu.

Yeni karalama kampanyaları açıldıkça, ortaya yeni kasetler döküldükçe, sevginin dozu artıyor.

Bu, sadece bir olguya değil, bir “sosyoloji”ye işaret ediyor.

Bunu görmek lazım...

Bir meslektaşımız, bulup buluşturup, Erdoğan’ın “doktriner” kimliğini öne çıkardığı eski bir konuşmasını yayınlamıştı televizyon programında; “Bunlar böyledir işte, demokrasiye araç gözüyle bakarlar, maksat hasıl olunca da o araçtan inerler” mealinde sözler sarf ederek... Erdoğan’ın, “Değiştim. Artık öyle düşünmüyorum” açıklamasını da, sinik bir alaycılıkla karşılamıştı.

Kim eskisi gibi düşünüyordu ki?

Kaseti temin edip servise koyan arkadaş dahil, hangimiz eski düşüncemizde sebat ediyorduk?

Herkes değişmişti...

Hepimiz değişmiştik...

Değişmeyen tek kişi, “ışık içinde yatasıca” İlhan Selçuk’tu.

Bu hususiyetiyle övünüyordu... “Asker siyasete müdahale etmeli mi? El cevap: Etmeli!” düşüncesinden milim sapmamış, ölünceye kadar askerin siyaset üzerindeki varlığını “meşru ve oğlan bir ilişki” saymaya devam etmişti... Hatta, bu ilişkinin devamı için, ABD Başkanı George W. Bush’u, “Türkiye’nin kaderine el koymaya” bile çağırmıştı.

Liberallerin “AKAPE” dediği AK Parti, niyeyse, bir kısım siyasetçiyi, burjuvazinin komprador kesimini, belli bir bürokrat azınlığı ve CHP güdümlü medyayı derin kederlere gark etti.

Bu partinin, Türkiye’yi içine yuvarlandığı siyasetsizlik ortamından kurtaracak bir “çıkış”, bir “şans”, bir “imkan” olması mıydı bu arkadaşları ürküten?

Nitekim öyle oldu... AK Parti, onların ifadesiyle “Tayyip’in partisi” ya da bugüne kadar kurulmuş 39. parti olmanın ötesinde bir şeye (bir girişime) işaret ediyordu...

Siyasete kulvar açan, siyasete şans tanıyan bir “girişim...” 

Hem siyaset kurumuna, hem de (CHP’siyle, MHP’siyle, DSP’siyle, Anavatan’ıyla) siyasi partilere itibarını iade eden bir girişim...

Çünkü, siyasete yönelik halk tepkisi (2001 krizinin de etkisiyle) mihver değiştirip, parlamentoya ve siyaset kurumuna karşı her düzeyden kabul gören bir “çürütme kampanyasına” dönüşmüştü.

Demek ki, Türkiye’nin çıkışı, her şeye rağmen, “siyaset”ten geçiyor...

Siyasetin çıkışı da, ne garip tecellidir ki, bugün yok etmeye uğraştığımız Erdoğan’ın siyasetteki varlığına bağlı...

Bazılarının hoşuna gitmeyecek ama durum maalesef bu...