Etik abi

Bugün, 28 Şubat darbesinin 16. yıldönümünü idrak ediyoruz.

Beklenen, içinde “darbe”, “süreç”, “baskı”, “zulüm”, “başörtüsü” geçen bir yazı yazmak ve bu anlamlı günü daha da “anlamlı” hale getirmek...

Nedense, içimden gelmiyor.

Her yıl, bildik tekrarlara dayalı yazılar yazmak, işi “yazı” olan insanlar açısından avantajlı bir durum ama deminden beri kendimi yokluyorum, kafamdaki ezberleri tekrarlıyorum, “Ne çok eziyet çektik, ne çok zulme uğradık” cümlesini evirip çeviriyorum... Hayır. Olmuyor.

Bir de, bu konuda edilmedik laf kalmadı galiba...

Herkes eteğindeki taşı döktü.

Hem zulme uğrayanlar, hem darbenin tedvirine yardımcı olanlar...

Epey de itiraf okuduk...

Meslekten kimi ağabeylerimiz, süreçte üstlendikleri role ilişkin itiraf tadında yazılar yazdılar, “generallerin dolduruşuna” nasıl geldiklerini açıkladılar, bir anlamda günah çıkardılar...

Bir sürü de kitap yazıldı.

Daha ne?

Ben kıyıda köşede kalmış birinden söz etmek istiyorum.

Hiç bu olaylar yaşanmamış, hiç acı çekilmemiş, hiçbir ocak sönmemiş, dindar görünürlüğe karşı o “amansız psikolojik savaş” yürütülmemiş gibi davranan ve bugün “alacaklı” pozlarında ortalarda dolaşan birinden.

Bir meslek büyüğümüzden...

İsmi, Haluk Şahin...

Haluk Şahin, bir süre önce bu köşeye konuk olmuştu.

Hani, “Türkiye, Hitler Almanya’sına benzemeye başladı” demişti de, ben de üç maddelik bir “karşılık” vermiştim.

Hatırlayalım:

Şöyle buyurmuştu medyamızın “etik abi”si: “Günümüz Türkiye’si ve medyasının Hitler Almanya’sıyla bir konuda benzerliği var. Nazi rejimi de basını terbiye ve ele geçirme operasyonuna, gazetelerdeki Yahudi ve solcu gazetecileri işten attırarak başlamıştı.”

 

Ben de şu üç hatırlatmada bulunmuştum:

Bir: “Takrir-i Sükûn” diye bir şey duydunuz mu Haluk Bey? Madem iletişimcisiniz, duyun... Duymadıysanız, bari duyanlara ve bu konuda söz söyleyenlere kulak verin.

İki: Bu nasıl “ele geçirme” operasyonudur ki, basının yüzde 70’i bel altı muhalefetine “kaldığı yerden” devam ediyor, devam edebiliyor?

Üç: İşten attırılan gazeteciler konusunda bu kadar hassastınız da, “28 Şubat’ın gazeteci kıyımında” neden ağzınızı açıp tek laf etmediniz? Üstelik bir gazetede köşeniz vardı ama siz hiçbir şey olmamış, onca rezalet yaşanmamış gibi yazmaya devam ettiniz.

Bunları yazdığım zaman, değerli Haluk Bey’in ünlü “andıç” olayındaki rolünü (daha doğrusu bilgisini) bilmiyordum.

Hani, Çevik Bir’in marifetiyle, Şemdin Sakık’ın ifadesine sokuşturulan ve bazı gazetecileri (Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mahir Sayın, Mahir Kaynak) PKK’yla işbirliği halinde gösterip suç örgütlerinin önüne atan ünlü karargah çalışması.

Bu değerli “karargâh çalışması”, Hürriyet ve Sabah gazetelerine manşet oldu. Değerli başyazar Oktay Ekşi de hemen durumdan vazife çıkarıp o ünlü “Alçakları tanıyalım” başlıklı yazısını yazdı.

Kaç yıl geçti, hâlâ Ertuğrul Özkök’ten “andıç”ın hesabını soruyoruz.

Zafer Mutlu’yu hiç hatırlamıyoruz.

Hele, Haluk Şahin’in ismini hiç anmıyoruz.

Ünlü “karargâh çalışması”, Hürriyet ve Sabah’a manşet olmadan önce, Uğur Dündar’ın Kanal D’deki “Arena” programında yayınlanmıştı.

Haluk Şahin, işbu “Arena”nın “yayın danışmanı”ydı.

Meslektaşları suç örgütlerine hedef gösterilirken, “Ne oluyor? Bu ne saçmalık...” demedi.

Dediyse de, biz bilmiyoruz.

Türkiye’yi Nazi Almanya’sına benzetmedi.

Hele, işten attırılan gazeteciler (Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar) konusunda kılını dahi kıpırdatmadı.

Hep Ertuğrul Özkök’ü dövüyoruz, “milli günah keçisi” ilan edildiği için geçmiş pisliklerin hesabını ondan soruyoruz.

Bence, Haluk Şahin gibileri hatırlamanın (ve hatırlatmanın) zamanıdır.