Fatih, işin leblebi-çekirdeği

İnternete sızdırılan “Başbakan tapeleri” konusunda ilk saniye itibariyle merak ettiğim bir konu var:

Başbakan’ın, Ahmet Davutoğlu, Efkan Ala, Orgeneral Necdet Özel veya MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile yaptığı görüşmeler de gizli bir güç tarafından kaydedildi ve bir yerlere servis edildi mi?

Dünya şaşkın. Afrika veya Asya’nın “aşiret devletleri”nde bile yaşanmayan bir gelişmeyi izliyor,  ilk kez bir Başbakan’ın yasadışı kaydedilmiş telefon görüşmelerini dinliyoruz.

Dünya, daha da şaşkın, çünkü bu ülkenin medyasının büyük bölümü, bu durumu “normal ve rutin” bir uygulama olarak kabul edip, o “tape”ler üzerinden kanaat üretip tartışmayı tercih etti. Oysa, normal demokrasilerde, “gazeteci refleksi” şöyle gelişir:

1- Devletin güvenlik ve istihbarattan sorumlu birimlerinden derhal, bu dinlemeleri yapanların gerçek kimliklerinin ortaya çıkarılması,

2- Yargıdan, karşılaşılan bu durumla ilgili geniş çaplı soruşturma açması,

3- “Casusluk yaptığı” belirlenmiş bu çetenin hesap verirken, hangi ülkeler  adına bu eylemi yaptıklarının da kamuoyuyla paylaşılması istenir.

Ülkenin “ulusal güvenliği”nin doğrudan saldırı altında olduğu bir ortamda, diğer konular  teferruattır, Fatih bey de, bu işin leblebi-çekirdeğidir.

Nereden biliyoruz, ülke güvenlik ve ulusal stratejisinden sorumlu isimlerin Başbakan’la yaptıkları telefon görüşmelerinin kayda alınıp, bir başka ülkeye servis edilmediğini? Bilmiyoruz, ama bilmek zorundayız.

Rahatsızım: Türkiye, haftalardır yasadışı dinlemeleri ve devlet içinde örgütlenmiş bir çeteyi tartışıyor ama, şu ana kadar, bu çeteyi ortaya çıkarıp yargılama sürecine sokacak kesin adımları göremiyoruz.

TIR operasyonu alarmdır!..

MİT TIR’larına dönük operasyonun hazırlanış ve icra ediliş şekli, sızdırılan tapelerle birleştiğinde ülkenin ulusal güvenliğinin ağır saldırı altında olduğunu gösteriyor. Bakıyorum, meslektaşlar, bütün bunları bir kenara bırakmış, yasadışı dinleme metinlerinden yola çıkarak yorum üzerine yorum patlatıyorlar!.. Bizim işimiz, önce yasadışılığın üzerine gitmek, eğer ortada, ülke güvenliği açısından ciddi bir zafiyet varsa, bunun hesabını yetkililerden sormak... Bir devlet, nasıl, Başbakanı’nın telefon görüşmelerinin internet pazarına saçılması ölçüsünde şaşkın olabilir? Böyle bir çete, nasıl bu ölçüde pervasız uygulamalar yapabilir? Kime güvenir? Bu yapılanlar, o insanların yanına kar kalacak mı?

Hükümetten, öncelikle bu soruların yanıtlarını almak durumundayız.

Siyaset şaşırmış durumda...

Kılıçdaroğlu’nun yasadışı dinlemeleri meclis çatısı altına taşıması bir skandal, ama, bir işe yaradı, Başbakan’ın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı suç duyurusu ile, bu çetenin faaliyetleri resmen yargının soruşturma alanına girdi. Başbakan’ın şikayet dilekçesini geniş kapsamlı tutmuş olması anlamlı, belki bu yolla savcı, devlet içindeki gizli yapılanmanın gerçek isimlerine ulaşmamızın yollarını açacak, bekliyoruz.

“Kabataş Özrü” meselesi...

Medya’nın, önündeki gerçekleri görmeyip, sapla-samanı karıştırma telaşına son örnek, Hürriyet’in “Kabataş Özrü” manşeti oldu. Böylece basın tarihinde ilk kez, gazetecilerin, yaptıkları bir söyleşi nedeniyle özür dilemesi gerektiği gibi meslek ilkeleri ile en ufak bir ilişkisi olmayan durum yaratıldı.

Gazeteci, olayın merkezindeki isme ulaşır, görüşlerini alır, çarpıtmadan ve sansürlemeden kamuoyuna aktarır. O görüşler gazeteciyi değil, haber kaynağını bağlar. Kimse de, “neden onunla görüştün” diye sorma yetkisine sahip değildir. O zaman, ne işimiz var Kandiller’de şurda-burda...

Elif Çakır, tartışmanın odağındaki isme ulaşmış, anlattıklarını da bize aktarmış, yaptığı bu, gazetecilik açısından normal bir iş... Bak, görüntüler çıktı ortaya özür dile diye baskıyı yapan, meslekdışından birkaç kendini bilmez  olsa, bi’şey demeyeceğim ama, zorlayan Hürriyet Gazetesi... 

Olacak şey değil...

“Kabataş Özrü” manşeti aslında bu ülkede gazeteciliğin bittiğinin sembolü oldu...

Geçelim...

Yüreğim, Gezi Parkı’ndan günümüze kalan iki gelişmeyi kaldırmıyor: Birincisi, genç bir annenin karşılaştığı saldırı konusunda toplumu ikna çabalarını ve karşılaştığı olağanüstü vicdansız saldırıları, ikincisi, Ali İsmail Korkmaz’ın gözümüzün önünde hızla yaşlanan annesinin evladını kamuoyunda diri tutmak için gösterdiği mücadeleyi...

Çok ama çok üzgünüm, biz böyle değildik, böyle olmamalıydık...