C. Başkanı Erdoğan’ın, geçen hafta 19 Ekim günü İbn Haldûn Üniversitesi Külliyesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşma, gerçekte, son 300 yıllık ve hele de son 100 yıllık geçmişimizle ilgili bir ‘maarif beyannâmesi’, bir ‘eğitim manifestosu’ mahiyetindeydi. Ama, siyaset ve fikriyât âleminde, hele de medyada bu konu etraflıca ele alınmadı. Ekranlar daha çok ‘raiting’ getirecek sığ atışmaların yapıldığı tartışma konularına ağırlık verdiler; her zamanki gibi..
Ki, Tayyib Bey’in konuşmasının içindeki, ‘Medyamız, en modern altyapıya sahip, ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor’ sözleri bir genel ifade idi, ama, o genelleme, bu konuşma için, özelde de geçerliydi.
Erdoğan, 18 yıllık iktidarları boyunca bir çok alanda başarılı adımlar hatırlattıktan sonra, ‘fikrî iktidar’ın kurulamamış olmasından yakınıyor ve, ‘Hükûmet olmakla muktedir olmanın, muktedir olmakla iktidar olmanın arasındaki fark’a değinerek, ‘gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu, fikrî iktidar yolunun zor ve zahmetli bir süreç olduğunu’ ifadeyle, ‘Geride bıraktığımız 18 yılda her alanda tarihî eserlere ve hizmetlere imza attığımızı, ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum. (…) Genç bir nüfusa sahibiz, ama, medeniyet tasavvurumuzu lâyıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız, en modern altyapıya sahip, ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor. İlimde, sanatta, kültürde hep benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. İşte bunun için de fikrî iktidarımızı hâlâ da tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Hiç kimsenin bu fikrî iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekiyor. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felâketi demektir. Tam tersine bu arayışa herkesin destek vermesini, katkı sağlamasını bekliyoruz. Fikrî iktidarı siyasî kadrolar değil, ilim, sanat ve hikmet insanları inşa eder. Siyasî kadrolar ancak onlara ihtiyaçları olan zemini sağlar. Dolayısıyla, bu konudaki sorumluluğun bir kısmı bize aid ise, önemli bir kısmı da ilim ve fikir adamlarımıza aiddir’ diyordu.
Bu sözlerde, kendi irfanımızın, kültürümüzün ifadesiyle, samimî bir ‘nefs muhasebesi’ / kişinin kendisini hesaba çekmesi ve kendisine aid sorumluluğu sorgulaması da vardı.
Daha da çarpıcı olan şu sözlerle devam ediyordu:
’Batı dünyası, (…) pek çok alanda ilhamını bizim köklerimizden almıştır. Buna karşılık biz, kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmek sûretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Bir başka ifadeyle fikrî bir buhranın içinde çırpınıyoruz. Hâlbuki siyasî bağımsızlığın da ekonomik bağımsızlığın da temelinde fikrî bağımsızlık yatar. Osmanlı’dan Cumhûriyet’e, ülkemizin bu süreçte yaşadığı tartışmaların merkezinde hep, geleceğimizi nerede arayacağımız sorusu yatmıştır.
Rönesans’ın ardından, (…) atak yapan Batı dünyasının, hak ve adalet tanımadan hızla yükselen baskın gücü, bu sorunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasına imkân vermemiştir. Sonuçta, ülke ve millet olarak kendimizi, kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. ‘Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek’ için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklidçiliğine dönüşmüş olması, Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır.’
Konuşmasının devamında, ‘Her dönemde bu fikrî sancıyı yaşayan, tartışmayı ve arayışı sürdürmeye çalışan dâva insanlarının sesi ve üretiminin, kayıtsız şartsız Batıcılığı savunan zihniyetin faşist dayatmaları karşısında yetersiz kaldığını; Türkiye’nin siyasî, ekonomik, askerî olarak yeniden kendine güvenini kazandığı son yıllarda ise, bu tür tartışmaların, arayışların, gayretlerin daha âdil şartlarda yürümesine imkân verildiğini’ belirten Başkan Erdoğan, ‘Dünyadaki hâkim fikrî anlayışın ve fiilî düzenin sadece ardından giderek kendimize çok daha ileri bir medeniyet inşa edemeyeceğimize inanıyoruz. Geçmiş ve mevcut tüm medeniyetlerin birikimini kullanarak, hepsinin de ötesine geçmenin gayreti, kararlılığı ve üretkenliği içinde olmamız gerekiyor. Tek vazgeçilmezimiz, inancımızın ‘nâs’larıdır; onun dışındaki her şeyi, geleceği kucaklayacak şekilde yeniden yorumlamak, yeniden üretmek mümkündür’ diyordu.
Tayyib Bey, ‘Türkiye’nin kendine yabancılaşmak ve kuru kuruya batıcılık saplantısı ile, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülke olduğuna, işaretle, ‘Fikrî iktidarımızı, kökü ve ruhu itibariyle bize aid olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi, bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır. ‘Fütûvvet ehli’ bir nesil yerine amorf (şekilsiz- hedefsiz, başıboş) bir nesil yetiştirme gayretinin, ülkemize ve milletimize oldukça pahalıya mal olduğu’na da değiniyor ve, ‘Geçmişten bugüne yaşadığımız nice acıların, döktüğümüz nice gözyaşlarının, çektiğimiz nice sıkıntıların gerisinde kuşaklar boyunca mâruz kaldığımız bu fikrî istila gerçeği vardır. Evlatlarımızın zihin ve gönül dünyalarındaki boşluk da, Batı merkezli popüler kültür ürünleriyle veya sapkın akımların hezeyanlarıyla doldurulmuştur.’ diyor ve yapılacak değişimin, ‘sıradan bir müfredat tadilâtının ötesinde, topyekûn bir eğitim-öğretim reformunu gerektirdiğini’ ifade ediyordu.
Evet uzun ve hepimizi ilgilendirmesi ve düşündürmesi gereken nirengi noktalarını özetlemeye çalıştığım bu konuşma, Tayyib Erdoğan’ın inanç, düşünce ve duygu dünyası açısından beklenmeyen bir metin değildir. Ama, bu konuşmanın, emperial dünyayla çetin karşılaşmaları olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın dudaklarından sâdır olması, hele de son 100 yılımız açısından bakıldığında, bir ilktir.
Ama, üzerinden 1 hafta geçtiği halde, günlük bir siyasî mesaj gibi kenarından teğet geçildiği görülüyor.
Bu konunun içerdiği en çarpıcı mesajların, neler olduğunu en iyi anlayanlar ise, konuyu tartıştırmadan reddettirmek için en kestirme yolun istihza olduğunu düşünen mâlum muhalefet lideri ve avanesi oldu ve ‘Sen Ortaçağ’dan da gerisin..’ gibi laflar ettiler. Ama, kendileri (milletin iktidarının fikrî temellerini anlatmak için kullanılan) ‘fikrî iktidar’ ifadesini bile, (iktidar fikri peşinde olmak mânâsında) ‘fikr-i iktidar’ diye anlayacak kadar ‘çağdaş’ (!) idiler.
Hele de, 100 yıldır -faşist dayatmalarla- ‘kör bir Batı taklidçiliğine dönüşen eğitim sistemimizin, Cumhuriyetin en büyük kaybı olduğu’nun en yetkili ağızdan beyanı karşısında, itirazları olanlar varsa, buyursunlar çıksınlar meydana, eleştirsinler.. Ama, bir takım ‘korkuluk’larla, dokunulması yasak kanun kutsamalarıyla, ‘ikon’laştırılmış isim ve resimlerle değil, o meftûn oldukları Batı dünyasının bile alaya aldığı ‘putlaştırmacı’ yaklaşımlara itibar etmeden..