Film bana terapi gibi geldi

Çanakkale Çocukları filmi Sinan Çetin’in son projesi.  Aynı zamanda eşi Rebekka Haas’ı ve kendi çocuklarını da oynattığı için en kişisel filmi. Rebekka Haas ile ailesini ve sinemayı konuştuk.

REBEKKA Haas, Sinan Çetin’in eşi olarak yıllarca onun filmlerinin görsel yönetmenliğini yaptı. Fakat kamera önünden hep uzak kalmaya dikkat etti. Bütün bu yıllar içinde Romantik ve vizyona yeni giren Çanakkale Çocukları’ nda çocuklarıyla beraber rol aldı. Biz de hemen teybimizi kendisine uzattık. Haas çok da alışmadığımız bir içtenlikle cevapladı sorularımızı. Eşi Sinan Çetin’in sette zaman zaman disiplinsiz olduğunu ve çok bağırdığını söylerken gerçekçi, detaylara dayalı bir sinema yaptığını belirterek de hakkını teslim etti. İki kardeşten birinin Osmanlı diğerinin İngiliz birlikleri içinde Çanakkale Savaşı’nda karşı karşıya gelmesini anlatan, Yavuz Bingöl, Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca ve Wilma Elles ile Rebekka Haas’ın oynadığı film, Haas’a ‘terapi gibi’ gelmiş. 

SİNAN ÇILGIN BİR ADAM

-Proje size ne hissettirdi?

Sinan Çetin’i pek ciddiye almıyorum! Çok çılgın bir adam ve benim kontrolü elimde tutmam gerekiyor. Bu yüzden filmlerinde oynamak istemedim. Önce projenin nasıl olduğuna bakarım. Utangaç biri olduğum için uzun süre oyunculuktan uzak kaldım, bu yüzden cesaretli değilim. Sinan güçlü bir yüzüm olduğunu, bütün duyguları oradan alabileceğini düşünüyor. Bu yüzden hep kamera önünde olmam gerektiğini söyler. Zaten evliyiz ve beraber çalışıyoruz, ben biraz mesafe olmasından yanayım. Sinan filmleri tüketilmesi için yapıyor, o yüzden hiç kimse onu durduramaz. Onun filmlerindeki konular, herkesin bir şeyler öğrenebileceği, evrensel olan önemli konular. Tüm bunlara bakınca fikrim değişti ve yer almak istedim.

-Savaş evrensel bir durumdur fakat ülkeler açısından bakıldığında bir o kadar da yereldir. Bu hikayeye baktığınızda evrensel olarak gördüğünüz şey neydi?

Einstein “Mantık sizi A noktasından B noktasına taşır. Hayal sizi istediğiniz her yere taşır” demiştir. Biz belirli düşünce seviyelerinden artık çıkmak, hatta yeni bir basamak yapmak zorundayız. Savaş, politika, siyaset, siyasi güç, iktidar, rekabet bunlar sonsuz bir konsept oluşturuyor. Hiçbir konuyu aşağılamak istemiyorum fakat yeni bir adım atma zamanı geldi. Yeni düşüncelere açık olursak güzel şeyler çıkacaktır. Savaşan ülkeler açısından baktığımızda evet yereldir fakat annelerin tarafından baktığımızda bakış açısı hemen değişir.

-Bu film anne gözünden baktığı için bana savaş karşıtı olarak da geldi. Filmi savaş karşıtı olarak adlandırabilir miyiz?

Evet adlandırabiliriz. Zaten projeyi o yüzden kabul ettim. Filmin konusunu çok geç anladım. Sinan herkes gibi komünikasyon yapmayan biridir. İstediğini hemen anlatamıyor ama öğrendikten, bilgi aldıktan sonra bu filmin savaşa karşı olduğunu anladım ve bu rol ile filmin bir parçası olmak istedim.

-Türk değilsiniz ama bu toplumda yaşadığınız için bir nevi Türksünüz. Bu filmin Türk toplumu için çok değerli bir konuyu işlemesi sizde hiç korku yarattı mı ya da cesaretinizi kırdığı oldu mu? Yutamayacağım bir lokma mı çiğniyorum diye düşündünüz mü hiç?

Korkabiliriz ama ben korkmuyorum. Bu filmle güzel bir şey söylüyoruz. ‘Öldürmek kötü, yaşamak iyi’ mesajına hiç kimse karşı çıkmaz. Tabii ki politik bir biçimde konuşabiliriz ama insanlık tüm konuları geçer, her şeyden üstündür. Zaten bu film için geç kaldık. Biz belgesel çekmiyoruz, insanlara yeni bir açı göstermek istiyoruz ki bu durum sanattır. Sanatçı çok acı çeker, ortaya bir şeyler çıkarmak zordur. Eğer dinden, siyasetten, hastalıktan korkuyorsan sanat yapan birisi olamazsın. Bir Avustralyalı kadını canlandırıyorum. Bu rolü kabul etmek cesaret mi yoksa cehalet mi bilemiyorum sonunda ben bir Almanım ve Avustralya aksanını bilmiyorum. Herneyse sonunda yaptım. Umarım Sinan bir mucize yaratır da komik duruma düşmem. Sinan gerçekçi de detaylara dayalı bir sinema yapmıyor. Hikayenin özüne dokunan yaklaşımı var. Gerçekçi sinemadan ziyade bir masalı anlattı.

-Filmde en savaş karşıtı duygu: annelik duygusu var. Kendi yavrularını kaybetme endişesi çok fazla. Şu an Türkiye’de bunu yaşayan bir dolu anne var. Tam da o noktada sizin filminiz çıkıyor, üstüne üstük kendi çocuklarınız da oynuyor. Bu durum sizi nasıl etkiledi?

Filmin içinde otobiyografik unsurlar var. Bir evliliğin içinde iki kimlik var ve gerginlikler yaşanıyor. Bu hem globaliliğe doğru giden pozitif bir gerginlik hem de keskin bir gerginlik. Sizlerin ve benim dilimiz, düşüncelerimiz farklı. Sinan da ben de birbirimizden çok şey öğrendik. Hala da bir şeyler öğreniyorum, öğrenmeye de devam edeceğim. Otobiyografik anlarda oynamam kolay oldu, bu duyguları biliyorum, tanıyorum. Aile içi çatışmalar, düşünce ayrılıkları var. Bu hayatın kendisidir. Film hemen hemen bir çözüm vermiyor ama insanları yeni bir açıdan düşünmeye itiyor. Film bana terapi gibi geldi. Çocuklarımla oynamak ise roldeki duyguların beni fazlasıyla etkilemesine sebep oldu tabii.

-Oyunculuğu kendinize uygun bulmadığınızı söylediniz ama başrolde oynağınız bir film bitirdiniz. Bu filmden sonra düşünceleriniz değişti mi?

Tabii ki oldu. Haluk Bilginer benim partnerimdi. Kendisi süper bir oyuncu. Ne kadar harika bir işi olduğundan bahsettim. Rol yapmak çok keyifli, çok derin bir iş. Başka bir insanın duygularını anlamak zorundasın. Oyuncuların cin gibi insanlar olduğunu düşünüyorum.

-Kamera arkasından geliyorsunuz. Eşinizin bu filmi yönetmesi biraz problem yarattı mı?

Yaşadım. Bazen diyaloglara güvenmedim, fazla duygu vermeden yazdılar. Önemli diyaloglar istediğimi söyledim. Sonra kendimi tuttum. Çünkü ben de filmciyim ve yönetmene yüzde yüz saygı duymuyorsan bu işi yapmamalısın diye düşündüm.

HER ŞEYE AÇIĞIM ARTIK

-Artık oyunculuğu profesyonel olarak düşünüyor musunuz?

Her şeye açığım artık. Prensip olarak ilgimi çekiyor ama kolay kolay bir yönetmene güvenmiyorum. Senelerce kameramanlık yaptım, başka yönetmenlerle çalışıp hatalarını gördüğümde Sinan’a koştum. O her zaman önemli bir şey yapıyor. Bazen çok amatör, dağınık, disiplinsiz yapıyor, çok bağırıyor. Onunla beraber çalışmak çok zor ama film yaparken en önemli şey konu, sonuç ve o bunun üstesinden geliyor. Hiçbir zaman boş bir iş yapmaz. Bu da çok rahatlatıcı ve keyifli bir durum.

Türkiye’de gişeyi ve sanatı düşünen yapım çok az

-Türk sinemasında gişe filmleri ve sanat filmleri diye bir çatışma vardır. Sanat filmlerini Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu’dan seyretmeye alıştık. Bu tür filmler üretirler. Başka yönetmenler de gişe filmi üretir. Sinan Çetin tam ortadadır. Gişeyi de, sanatı da önemser. Siz bu çatışmaya nasıl bakıyorsunuz?

Siz zaten çok güzel anlattınız. Türkiye’de hem gişeyi hem sanatı düşünen film çok az var. Dünyada çok önemli yönetmenler var: Roman Polanski, Milos Forman, Quentin Tarantino, Coen kardesler gibi. Filmleri hem çok büyük gişe yaptıyor, eğlenceli filmler oluyor hem de çok önemli mesajlar taşıyor. Türkiye’de daha öyle film göremedim.

-Türkiye’deki yapılanma çok dengeli değil. Yurt dışında ödül alan filmi, Türkiye’de 9 bin kişi izlemiyor.

Çünkü bir tarafta ideolojik düşünceler diğer tarafta para kazanmaya dayalı düşünceler var. Biz Hollywood’dan bir şeyler öğrenebiliriz.