Prof. Dr. Ramazan Biçer: Fitne devlete yönelmişse aslolan devlet-i müebbeddir

2014’te yakın coğrafyamızda ne yazık ki çok kan aktı, binlerce insan hayatını, yüz binlercesi bir uzvunu ya da sevdiklerini, milyonlarcası ise evini yurdunu kaybetti. Sebeplerden biri, yanlış İslam yorumuyla şiddet üreten IŞİD, Boko Haram gibi terör örgütleriyken diğeri mezhebî farklılığı İslam’ın ve İnsan’ın önüne çıkarmaktı. Peki nedir bu, kaynağı din midir? UTSAM’ın düzenlediği 4. Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Sempozyumunda “Müslümanlar da özeleştiri yapmalı” diyen Prof. Dr. Ramazan Biçer ile konuştuk. Biçer, Sakarya Ün. İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden.

 

BİÇER: Yolsuzluk gibi olgular hukuki karşılığını bulur ancak bozgunculuk amaçlı çıkışlar devletin bekasına yöneldiğinde bir reaksiyon oluşur ve şiddetle reddedilir. Müslüman-Türk geleneğinde asıl olan devlette dirlik, vatanda birliktir. 

2014 ülkemizde, bölgemizde, bütün dünyada hakikaten zor bir yıl oldu. İnsanın insana ettikleri insana dair iyi düşünceleri sarsacak düzeydeydi. Bir genel giriş olarak sormak isterim: İnsanoğlu hep mi böyleydi yoksa dünya kirlenip karmaşıklaştıkça, insanın özünde de artan bir bozulma mı oluyor?

İnsanlık tarihinin sürecinde değişen bir şey yok. Sümerliler dönemine bakıldığında, tablet yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, günümüzde yaşanan olayların benzeri mevcuttu. Hitit ve Mısır gibi dönemlerde de benzer olgular bulunmaktaydı. Değişkenlik sadece olay, nesne ve etkenlerde. Eskiden de var olan olgular, günümüzde iletişim araçlarının yaygınlaşması ile daha bilinir ve görünür hale geldi. Yani dünya yaşlandıkça daha kötü olmuyor. 

Yeni Selefilik sorgulanmalı

- 2014’ü evvelki yıllardan farklılaştırıp zorlaştıran temel gelişmelerden biri de ‘radikal İslam’ denilen din yorumunun ve örgütlenmelerin ürettiği şiddet oldu. IŞİD, Boko Haram, Taliban, El Kaide gibi örgütler okul bastı, çocuk kaçırdı, tekbir getirip kafa kesti.. Bu anlayışın dayanağı din olabilir mi Allah aşkına?

Bu tür yapılara, dini istismar eden, dini söylemli radikal örgütler diyoruz. Hareket noktaları ve söylemleri, Kur’an ve hadis gibi tamamen dini temelli. Yani referansları naslardır. Dolayısıyla bu tür örgütler, büyük çoğunluğu Müslüman olan üyelerini ayet ve hadis türü kutsal ifadelerde harekete geçirmekte. Kendi felsefe ve ideolojileri, aslına yönelik bir din ve İslam olduğuna göre bunların dini dayanakları bulunmakta. Söz konusu örgütlerin temel felsefelerinde, farklı versiyonları bulunan Yeni Selefilik diye adlandırdığımız marjinal İslami anlayış biçimi yatıyor. Bu nedenle sorgulanması gereken nokta, bu örgütlerin dini kaynakları okuma biçimi, anlama ve yaklaşım sorunudur. 

İslam’ın özüne uymayan bir anlayış

- Sorgulayalım. IŞİD, Boko Haram, Taliban dini kaynakları nasıl yorumluyor ki yaptıkları ile İslam arasında bir alaka kurabiliyor?

Daha iyi bir İslami ortam ve hayat sloganıyla hareket ediyorlar. Kendilerini “Gerçek Müslüman” olarak algılıyor ve tanıtıyorlar. Ancak onların söylem ve uygulamaları, Hz. Peygamber dönemi dahil olmak üzere genel İslam algısıyla bağdaşmamaktadır. İslam’ın özüne uymayan bir İslam anlayışı mevcuttur. İslam’ı dar alanda ve yerel bazda, çok aykırı bir okuma biçimidir bu ve marjinaldir.

 - Ortaya çıkış sebepleri nedir bunların?

Pek çok nedeni var, siyasi, kültürel, ekonomik, dini... Tek bir boyuta indirgemek çok zor.

- Kavramsal boyutu da sorunlu. “Selam” kökünden gelen “İslam” ile “terör”ün yan yana getirilmesi mesela, nasıl mümkün oluyor?

Bir tür ters okumak biçimi ile. Sözgelimi, kelime-i tevhid’in düz anlamını okuduğunuzda, “Tanrı olarak sadece Allah vardır”. Tersten okuduğunuzda ise, “Allah’tan başka tanrı yoktur” mefhumu ortaya çıkar. Buna göre Allah’ı kabul etmek yerine, tanrıları reddetmek hareket noktası olunca, o kesimin ‘İslami’ anlayışına ters düşen her türlü olguya savaş açılır ve reddedicilik esası üzerine sürekli savaş zihinleri boğar. Sonuçta karşımıza devamlı reddedici ve negatif duygularla yüklü *asık suratlı Müslüman” tiplemesi çıkar. Bunlar kendisiyle de barışık olmadığı için kendi aralarında da sürekli kavga halindedir. Bu tür kişiler algıda seçici olduğu için, kutsal metinlerdeki ifadeleri kendi kognitif yapısı doğrultusunda değerlendirir. Yani selam, karşıt bir anlamla gündeme oturur.

- Bu sonucu doğuran süreçte Müslüman dünya dışındaki güçlü dünyanın etkisi nedir?

İslam dünyası bilim teknolojide hakim küresel güç olan Batı’nın etkisinde. Kendisi bir alternatif üretmedikçe küresel güçlerin hakimiyeti altında kalmaya devam edecek. Batı da bunu alabildiğince değerlendirecektir. Alternatif güçten kastım Müslümanların kendi değerlerini canlandırması.

Şiilik Sünniler içinde palazlandırılıyor

- Bölgemizde halkı Müslüman ülkelerde mezhepler nedeniyle bir ayrışma çatışma var. Şii-Sünni farklılığı siyasi bir ayrışma gibi ve hatta ölüm nedeni gibi görülebiliyor! Dinde buna cevaz var mıdır ya da bu deliliğe bir gerekçe?

İslam dünyasını bekleyen en büyük tehlike, mezhep savaşı. Zira mezhep, din olarak algılanmıştır. Şu anda Ortadoğu’da Şii hilal oluşturuluyor. Yüzde 80’i Sünni olan İslam alemi arasında Şiilik palazlandırılıyor. Müslümanlar bunun farkında olmayabiliyor da. Çünkü hem Şiilik hem de Vehhabilik/Selefilik, kendisi dışındakilere, teolojik bağlamda Müslüman kimliğiyle yaklaşmaz.

- Dinler arası diyalog ve hoşgörü gibi kavramlarla dünyayı dolaşan ve herkesle işbirliğine giden “dini görünümlü bir yapının” Türkiye’de diğer cemaatlerle ve dindarlarla sorun yaşamasının size görünen sebebi nedir?

Söylemde bir sorun yoktur. Dinlerarası diyalog, sosyal hayatta bir zorunluluktur. İslam’ın özüne aykırı değildir. Hoşgörü ve diyalog mü’minlerin kendi aralarında söz konusu olamaz. Zira mü’minin bu niteliklere sahip olması, onun inancı gereğidir. Türkiye’de maalesef Müslüman kimliği, daha çok grup ve cemaat bazında söz konusu oldu. Yakın zamanda birbirlerine selam vermeyen dini kesim ve gruplar vardı. Muhtaç olduğumuz temel gereksinim, Müslüman kimliği altında buluşabilmedir. Henüz bunu başarabilmiş değiliz. Söz konusu cemaatte de bu ayırımcılık daha belirgindi. 

Takiyye dinen tasvip edilemez

- Devlet ve toplum içinde ‘takiyye’ yaparak yer edinmiş olan ‘paralel yapı’nın ‘takiyye siyaseti’ aslında cepheden karşı oldukları İran’ın da devlet siyaseti. Bunu neye yormalıyız?

Takiyye, bir Şii inancıdır. Yani Şiilik adı altındaki dini anlayış ve oluşumun temel prensiplerinden birisidir. Takiyye, “Ya olduğun gibi görünme, ya da göründüğün gibi olma” felsefesidir. Bazı mezhepsel anlayışlar, belirli bir kesimin temel prensibi olsa da, başka dini algıda olanlar tarafından da benimsenebiliyor. İslam tarih bunun birçok örneğiyle doludur. Günümüzde de bu söz konusudur. Ancak bu durum, teolojik bağlamda tasvip edilebilecek bir tutum değildir. 

Fitne varsa sorun devam ediyordur

- Geçen yıl Mart ayında farklı ilahiyat fakültelerinden akademisyenler ortak bir bildiri yayınlamış ve “Demokratik yollarla halk tarafından seçilmiş olan meşru otoriteye itaat ana ilke olup, fitneye yol açan her türlü tutum ve davranış asla tasvip edilemez” demişti. İmzacılardan biriydiniz. Fitne hala sürüyor mu sizce?

O bildiride ana tema, devlet-müebbed anlayışıdır. Bizim için devlet asıldır. Devletin bekasına yönelik tüm girişimler Müslüman-Türk geleneğinde şiddetle reddedilir. Ehl-i Sünnet’in temel prensibi doğrultusunda, yönetimde bulunanlar “zalim” de olsa, isyan edilemez. Zira asıl olan, devletteki dirlik ve vatandaki birliktir. Rüşvet, yolsuzluk gibi olguların mevcudiyeti söz konusu olabilir. Bu durum, hukuksal boyutta karşılığını bulur. Bunlara karşı çıkmak her yönetim, kurum ve bireyin asli görevlerindedir. Ancak bu çıkış, devletin bekasına yönelik olduğunda, bir reaksiyon oluşur. Bu Türk-İslam devlet ve millet anlayışının doğal bir sonucudur. Cemaat, kurum, kişi ve kuruluşlara, sahip oldukları niteliklere göre değer biçilir. Söz gelimi dünyada “insani” olarak sunulan ama insan aleyhine çalışan birçok STK vardır. Yani söylem ile eylem birlikteliği söz konusu değildir. Fitne, karışıklık ve bozgunculuk demektir. Yani bir sıfat ve niteliktir. Sıfatlar, şahıslarda sürekli olmayabilir. Değişim ve dönüşüme uğrayabilir. Bu nedenle sıfat, sahip olduğu kişi, kurum ve grupları bağlar. Yalın bir sorgulama ve farkına varma ile sorun çözülebilir. Ancak bu kesim ve kişiler, gerçekleşen eylem ve olguyu “fitne” olarak değerlendirmiyorsa, sorun devam ediyor demektir. 

21. Yüzyıl İslam’ın Ortaçağı olabilir mi?

- 20. asrın son çeyreğinde benzerleri vardı, 2014’te de IŞİD ve Boko Haram ile tanıştık. Yaşadığımız çağ “İslam’ın ortaçağı” mı?

Yaşadığımız dönem Müslümanların kendilerini sorgulama aşamasıdır. Bir geçiş dönemi olduğu için de sıkıntılı. İslam dünyası kendisiyle yüzleşiyor. Samimiyet testinde olması nedeniyle, sınav bunalımında. Ancak başarıyla sonuçlanacağına inancım tamdır. Said Nursi’nin ifadesiyle, gelecekte en gür sada, İslam’ın olacaktır. İlahi kurgu doğrultusunda dünya, kürevi döngü içerisindedir. Üsttekiler alta, alttakiler üste çıkıyor. Bu bir tür “güç dönüşümü”dür. Batı dünyası düşüş ve iniş düzleminde. Yaşanan olumsuzluklara rağmen dünyada en hızlı yükselen ikinci dinin, İslam olmasını yabana atmamak gerekir. Müslümanlar kendilerini sorgulamaya başladı. Nerede yanlış yaptık öz eleştiri mahiyetinde. Bu Müslümanların geleceği için ümit verici.

Masum değiliz hiçbirimiz demek de bir özeleştiridir

- Dini temelli terörün oluşmasında Müslüman devlet ve siyasetçilerin, toplumların, din adamlarının sorumluluğu nedir?

Herkesin ve her kesimin sorumluluğu var. Tek kesime indirgeyemiyoruz. Tek yönlü değil kolektif bir oluşum ve olgu. Herkes hata yaptı. İslam ülkelerinin devlet yöneticileri, ezici çoğunluğu Müslüman olan halklardan uzak kaldı, dini sunum yapan kimse ve kesimler de güven kaybetti. Tüm dünyada Müslümanlar sekülerleşti / dünyevileşti ve aynı zamanda bireyselleşti. Yani hata hepimize ait. 

- Başka türlü olabilir miydi?

Çok zor görünüyor. Günümüz dünyasında etkin güç, Batı merkezli materyalist düşünce, küreselleşti. Karşısına, İslam düşünürleri geçerli bir tez koyamadılar. Müslüman halk da ne yapacağına karar veremedi. İdeal ile realite çatışması yaşadı.

Yeni ırkçılık İslamofobi batıya da zarar verecek

- ABD’de ve Avrupa’da İslamofobi yükseliyor. 20. yy’da ırkçılıkla imtihan olmuş, kaybetmiş ve hatasını geç idrak etmiş Batı benzeri bir faşizmin kucağına nasıl bu kadar kolay yuvarlanıyor?

Siz buna kapitalist Batı felsefesinin iflas yönelişi de diyebilirsiniz. İnsani değerlerle ortaya çıkan Batı felsefesi, ayrışmacılığın doruk noktası olan din ve ırk alanındaki ayırımcılığa yöneldi. Bu Batının kendisine de zarar verecektir. Sonuçta menfaat üzerine kurulu bir düzen, başkasının zararıyla sonuçlanacağı için Batı, kendi insanına da zarar veriyor. Hıristiyan mezheplerinin oluşturduğu iç savaşları unutmamak gerek. Bugün Batı tek değildir. İnsanı değerleri savunanlar da var. Ancak orada odaklanan ve azınlıkta küresel ekonomik ve siyasi güçler, kendi eksenlerinde dünyayı döndürmek istiyorlar. Sorun buradan kaynaklanıyor.