Gecenin gözleri parlıyor Suriye’de... Fosforlu cinayetlerin bir yenisi daha ekleniyor Gota’daki hatıra defterlerine. Yasları tutulmayacak kadar garip kimselerdendir onlar. Sesleri hiç duyulmayacak. Suriye’deki gözü dönmüş vahşet, artık kimyasala yazıyor.
Kimyasal... Peki, kim/yasal?
Yasal olanı müzakere ediyor dünya masaları. Katiller ikiye ayrılır diyorlar: Yasal olanları ve Olmayanları. Mazlumlar kitleler halinde ölürken, birleşmiş muktedirler hala tartışıyor... Muktedirlerden bana ne? Birleşenleri ve birleşmeyenleriyle benim işim ne? Benim şikayetim alem-i Kıbleyle, alem-i İslam paramparça, benim şikayetim Allah’a kalmış işte!
Cevabı unutulmasın diye altı ‘fosfor’lu kalemle çizilen bir imtihan sorusudur şimdi Suriye’de ölen çocuklar. Fosfor onların üstünü çizdi, geçti. Şimdi artık kıyamet gününe kadar parlayıp duracaklar vicdanlarımızda. Ağızlarını ve gözlerini bir daha hiç açamadan, yıkılıp düştükleri yerde fosforla dondurulmuş küçük bedenlerinden başka hiçbir suç delili bırakmadan geriye...
Gecenin gözleri parlıyor Suriye’de... Dolunay gecelerinde denizlerin üstünü tutuşturan yakamozlar misali, fosforla parlıyor Suriye semaları...
Ağlarda çırpınan balıklara benziyor zehir solumuş çocukları Suriye’nin. Ve hiçbirisi ayakta duramıyor artık, takatten kesik... Sanki ölmemişler de uyuyuvermiş gibiler yorgunluktan... Dedelerle torunlar sanki yaz tatilinde, öğlen uykusuna dalmışçasına koyun koyuna yatıyorlar... Ölü bir babanın ayak ucu ölü kızının eteğine dokunmuş... Kızını çok merak ettiği her halinden belli, doğrulamadığı için ayak ucuyla küçük kızının üzeri beyaz puanlı kırmızı elbisesini çekiştiriyor; “ hişşt... hişt” diyor sanki, “haydi ölmesene, haydi konuş babayla” diyemiyor... Bir anne öldüğü yerde diziyle ölü oğluna dokunmuş, sırtından sıyrılmış fanilayı bir türlü çekip düzeltemiyor, “terli terli su içme üşütürsün” diyemiyor. Oğlanınsa hakikaten alnı terli. Çok koşmaktan değil oysa, kimyasaldan. Kim, yasal? Diye sorarken ağzı açık kalmış.
Takati yok hiçbirinin, hepsi yan yana yatmış, yüzlerce, binlerce kuş ölüsü gibi, yerlere serilmemiş yataklarında uzanıyorlar. Kolları göğüslerinde kavuşturulmuş bu ölü çocuklar, kimlere sarılmak istiyor acaba? Melekleri tam da tutuverecekleri sırada mı kaçmış son nefesleri? Meleğe sarılırsa şayet ölü bir çocuk, daha mı az korkar, daha mı az yanar canı? Ah, melek kaçmış. Ah, fosfor gözlerini yakmış...
Bir Suriye varmış, bir Suriye yokmuş...
Hz. Yahya ile Hz. Hüseyin’in kopuk başları niçin ağlarmış?
Hz. Zekeriya’nın kabri başında dua eden dilsiz çocukların aşkına...
Şam’daki Ulu Caminin son cemaat mahallinde hasta okuyan kör hafızların aşkına...
Halid-i Bağdadi’nin türbesinde seher vakti çekilen zikirlerin aşkına...
Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi’nin başında bekleşen taze gelinlerin duvakları aşkına...
Şam Meydanında cumartesi sabahları, bindikleri tahta arabalarla gökten inmesini bekledikleri halde bir türlü gelmeyen Hz. İsa’yı aramaya çıkmış gözü yaşlı İsevilerin aşkına...
Aklın iki selim ışığı İmam-ı Azam ile İmam-ı Gazali aşkına...
Süleymaniye’de yatan Al-i Osman aşkına... Halep Kalesinde bekleşen şehit Mehmetlerin ruhları aşkına...
Anasının kürek kemiğine ismi yazılı bebeğe kadar soy kurutmanın yeminini hangi zalimler içmiş...
Hiç mi duyan yok bu ah’ı?
Rahman ve Rahim olan Allah aşkına?